23 Aralık 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI


AŞKIN GÖZYAŞLARI
Bir kaç hafta önce Cemal Ünlü’yle birlikte Türk tangosunun ilk dönemi üzerine bir dinleti-söyleşi yapmıştık. Çalacağımız plakları seçerken, tangonun o dönemlerde ne denli etkili olduğu göstermek için değişik örnekler aradık. Operetlerde, filmlerde söylenmiş Türkçe tangolar vardı. Bunlar arasında biri öne çıkıyordu. Hafız Burhan’ın söylediği ve aslı aynı adlı bir Mısır filminde yer alan tangoydu bu: Aşkın Gözyaşları. Hafız Burhan, 1935 yapımı olan bu filmi Çemberlitaş sinemalarında defalarca izlemiş, notlar alarak plağı gerçekleştirmişti. Cemal Ünlü, Hafız Burhan’ın plaktaki icrasının filmde kullanılmadığını düşünüyor. Filmin ve bu parçanın güçlü etkisi görerek, onu Türkçe sözlerle (yani daha sonra aranjman dediğimiz bir uygulamanın ilk örneklerinden biri olarak) okuduğu düşüncesinde. Zaten plağın ikinci yüzünde de devam eden şarkı, giderek tango formatından uzaklaşarak bir gazel haline geliyor... Bir hafız usulü tango!

Söz ettiğim söyleşi için bu ön çalışmaları yaparken, Cemal bir de müjde verdi. Ne zamandır beklediğimiz Hafız Burhan CD’si de çıkmıştı. Verdiği (artık sadece CD demeye de dilim varmıyor, çünkü 72 sayfalık bir de kitapçığı var) albümü hemen müzik setine yerleştirip çalmaya başladım...

Bilen bilir, Cemal Ünlü arkadaşımız, taş plak tarihinin en ünlü silahşörüdür. On yıllardır hem plakları biriktirir, hem de onları kayıtlara alır, CD’ler vasıtasıyla bizlere uğraştırır. Bütün bu çabalarını çok değerli bir kitapla da gelecek kuşaklara aktarmıştır. Pan Yayıncılık’tan çıkan Git Zaman Gel Zaman adlı kitabından söz ediyorum elbette... Cemal’in Deniz Kızı Eftalya’dan Seyyan Hanım’a, eski kantolarımızdan gazeller külliyatına uzanan, eski taş plaklardan CD’lere aktardığı albümleri koca bir yekün tutar. Eski seslere meraklı olanlar, ona ve Kalan Müzik’e ne kadar şükran duysalar azdır.

Cemal Ünlü’nün Gazeller serisiyle başlayan hafız merakı, geçen yıl çok da önemli bir ürün vermişti. Hafız Kemal Bey’in icralarını aktaran “Vasfını Bu Resme Tertip Ettiler...” adlı CD’sini çok beğenmiş, ama hakkında iki satır olsun bir şey yazamamıştık. İhmalkarlık yüzünden elbette... Oysa gelmiş geçmiş en iyi Mevlid icrasını (zamanında 10 plak halinde yayınlanmıştı) ve Hafız Kemal’in diğer klasik eserlerini içeren müthiş bir çalışmaydı bu. Şimdi de en güçlü sese sahip ve en popüler hafız şarkıcımız olarak tanınan Burhan Sesyılmaz’ın icralarını içeren abüm elimizdeydi işte. Adı da bizim tangodan alınmıştı: Aşkın Gözyaşları!

Hafız Burhan zamanında bir efsaneydi. 1887 yılında doğdu, oldukça genç yaşta 1943’de öldü. Sesi öylesine güçlüydü ki, stüdyoda sesinin patlamaması için mikrofondan oldukça uzaklaşarak şarkılarını okuduğu rivayet edilir. Sanatçı, tüm yaşamı boyunca Colombia firması için çalıştı. Yüze yakın plağı, döneminde tam anlamıyla “bestseller” oldu... Hatta bu nedenle (aynı zamanda otomobil ithalatçısı olan Colombia firmasının sahipleri) Blumenthal biraderlerin ona şık bir otomobil verdiklerini de biliyoruz. Hafız Burhan ilk otomobilli sanatçılarımızdan (belki de birincisi) olmuştu böylece.

Bu kısa yazıda albümün bütününü tanıtmak zor. En ünlü icrası olan Makber elbette var. Bol bol gazel yer aldığını tahmin etmek pek zor değil... Ama çoğunlukla hüzzam, ayrıca mahur, neva-hicaz, kürdilihicazkar makamlarında şarkılar da yer alıyor. Zaman zaman Rumeli ve Anadolu türküleri de karşınıza çıkacak... Türkülerin arasına nasıl ustaca gazellerin sıkıştırıldığına hayret edeceksiniz. Saz heyeti de muhteşem. Artaki Candan, Aleko ve Yorgo Bacanos, Sadı Işılay başta olmak üzere dönemin en ünlü sanatçılarından kurulu.

Albümü dinledikten sonra, Cumhuriyetin ilk dönemlerini oldukça elden geçirmiş bir araştırmacı olarak, Hafız Burhan’a ilişkin hiç bir röportajla karşılaşmadığımı hatırladım. Cemal Ünlü de rastlamamış ve bilgilerin çoğunu Burhan Sesyılmaz’ın ailesinden edinmiş. Bunun nedeni üzerine düşündüm. Bu denli ünlü bir şarkıcıya ilişkin bilgi olmaması, hafız şarkıcıların Cumhuriyetle birlikte yok olan değerler içinde bulunmasıyla açıklanabilir ancak... Moda akımlarla ilişki kursalar bile ( Hafız Burhan Colombia plaklarına kantolar, operetler, hatta “Türk Cazbandı” başlıklı şarkılar da okumuştu), kendileri ve bağlı oldukları gelenek artık moda değildi. Dinlenebilirler ama üzerinlerine yazı yazılmazdı... Diğer hafız ses sanatçıları gibi, bugünün sözcükleriyle “trendy” olmayan bir şarkıcıydı Burhan Sesyılmaz... Ben bütün bu analizleri bir yana bırakıp, yeniden Hafız Burhan CD’me döneceğim müsaadenizle. Gelmiş geçmiş en etkili seslerden birini dinlemenin keyfi neyle değişilebilir ki...


FOTO
Herhalde bir turne sırasında çekilmiş olan bu fotoğrafta, üstte ayakta duran Safiye Ayla ve Yesari Asım Ersoy. En altta soldan Ruşen kam (?), Cevdet Çağla (?) ve Hafız Burhan.

16 Aralık 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI


ERMENİLERİ UNUTMAK
Aras Yayınları’yla gerçek anlamda tanışmam oldukça geç oldu. Bir kaç yıl önce Takuhi Tovmasyan’ın Ermeni mutfağı (ve onun çevresindeki yaşam öykülerini) anlattığı muhteşem kitabı Sofranız Şen Olsun’u almıştım tesadüfen. Çamaşır günleri pişirilen fasulyenin öyküsünü okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Oturup oradaki tariflerden hareket ederek yemekler yapmadım, ama okuduklarım ve onları samimiyetle anlatan yazarı Takuhi hanım beni çok etkiledi. Onunla ve yayınevi ile böylece tanışmış oldum. O zamandan beri Aras Yayınları’nı dikkatle izliyorum. Karakin Deveciyan’ın 1915’de basılan ve yıllardır bir efsane haline gelmiş Türkiye’de Balık ve Balıkçılık adlı kitabını da onlar yayımladılar. Geçen yıl da Charles Aznavour’un anılarını (Geçmiş Zaman Olur Ki) bastılar.

Bu yıl bastıkları kitaplar arasında Agop Arslanyan’ın yazdığı Adım Agop Memleketim Tokat bence çok önemli. Bana ait bir öyküsü bile var. Seksenli yılların başında askerliğimi Tokat’ta yapmıştım. Hafta sonları izne çıktığımda, eskici dükkanlarının tıka basa ermeni damgalı gümüş ve bakır eşyalarla dolu olduğunu görürdüm. Ama Tokat tarihi adına yazılan kitaplarda, kentin Ermeni nüfusu hakkında doğru dürüst bir bilgi bulamamıştım. Arslanyan, bu kentin tarihinin Ermenilerden söz etmeden yazılamayacağını kanıtlıyor. Yine geçtiğimiz yıl içinde çıkan Ermeni Kültürü ve Modernleşme, Türkiye tarihinde Ermenilerin batılaşma sürecindeki çok önemli rollerini açıkça ortaya koyuyor. Aynı tezi destekleyen bir diğer yapıt da, Osmanlı dönemindeki feminist kadın yazarları bize tanıtan Bir Adalet Feryadı başlıklı kitap. Açıkça görülüyor ki, feministlerimiz tarihlerine genellikle Türk/İslam bir pencereden baktıklarından, bu öncü isimleri bugüne kadar es geçmişler sanırım.

Aras Yayınları’ndan yeni yayınlanan İzi Kalır Hatıraların ise bir röportajlar kitabı. Mayda Saris’in Agos gazetesinde yaptığı röportajların geniş halleri yer alıyor bu kitapta. Tahmin edileceği gibi, kitapta röportajları yer alanların büyük çoğunluğu Ermeni. Türkiyeli Ermeniler, genel geçer tarihçiliğimizin ve gazeteciliğimizin dışanda kalan bir alan olduğu için, kitapta başka yerde bulamayacağınız bir çok ilginç bilgi var. İzi Kalır Hatıraların’da otuz kişiyle yapılmış söyleşiler var. Bunlardan sanırım pek azının adını duydunuz. Nuri İyem, Sarkis, Raffi Portakal ve Ara Güler dışında, belki tiyatroyla ilişkiniz varsa Agop Ayvaz (adının doğru yazılışı da Hagop’muş aslında) adını duymuş olabirlisiniz. Ama Ermeni değilseniz diğer isimlere pek aşina olduğunuzu sanmam. Bu uzaklık önce bir zaaf gibi geliyorsa da, sayfaları çevirdikçe aslında bilmediğiniz ne kadar çok şey olduğunu anlıyor ve kitabı gitgide önemsemeye başlıyorsunuz. Zaaf sandığınız şey bir üstünlük haline geliyor. Yeni bilgiler edinmenin keyfini yaşıyorsunuz.

Herkes kendine göre ilginç bölümler bulacak bu kitapta. Kimi yıllar sonra Ermeni olduğunu öğrenip hatıralarının izine düşen insanların öykülerine merak duyacak. Kimi de Sakıp Sabancı ile Raffi Portakal’ın yollarının nerede, nasıl kesiştiğini öğrenmekten hoşlanacak. Ben ise, kitabı okurken küçük ayrıntıların peşindeydim her zaman olduğu gibi. Yüzlerce ayrıntıdan sadece ikisini aktarabileceğim burada...

Birincisi rakı tarihiyle ilgili. Geçen yıl Türkiye’deki rakıların tarihi üstüne uzunca bir makale yazmıştım. Tekelden önceki dönemde sayısı ellilere uzanan rakı markası çıkmıştı karşıma. Bunlar arasında öne çıkan birkaç isimden biri de Bilecik Rakısı’ydı. Mayda Saris’in kitabında Bercuhi Berberyan’la yaptığı röportajda bu rakıyla karşışıverdim birdenbire... Bercuhi Berburyan’ın kayınbederi Stepan Berberyan kurmuş bu rakıyı. 1928’de Fransa’da düzenlenen yarışmada dünyanın en iyi içkisi seçilmiş ve şeref diplomasıyla ödüllendirilmiş. Ne yazık ki bugün ellerinde bir tek şişesi bile yokmuş.

İkinci ayrıntı ise caz tarihiyle ilgili. Kısa bir süre önce, tam 102 yaşında aramızdan ayrılan Hermine Kalfayan Sayınar, eski günleri hatırlarken eşini de anlatıyor. 1968’de ölen Eduard Krikoryan Sayınar, 1930’lu yılların ünlü bir caz bateristi ve dans hocasıymış. Kitapta bu konuyla ilgili çok ilginç fotoğraflar var. Kızları Tanya hanımla tanıştık, bugünlerde buluşup bu eski fotğraflara daha yakından bakacak ve babasıyla ilgili anılarını anlatmasını isteyeceğim.

Kitabın bu türden ilginç bilgiler aktarması, milliyetçilik damarlarımız kabardıkça neler kaybettiğimizi daha açık gösterdi bana. Ermenilerin Türkiye tarihindeki yerleri ve toplumsal yaşama katkıları o denli güçlü ki, onları görmezden gelmek kendi tarihini de inkar etmek anlamına geliyor. Tarihi tüm genişliğiyle anlamak için, bu genişliği oluşturan tüm unsurları dikkate almamız gerekiyor. Sanırım, hatıraların izi ancak böyle kalıcı olabilecek...

10 Aralık 2007 Pazartesi

PAZAR YAZILARI






MAZİ KALBİMDE BİR YARADIR

Necip Celal Andel, ilk Türkçe tangoyu yazan kişi olarak tarihe geçmiştir. Ölümünün ellinci yıldönümünde, yazdığı şarkılaır hala dillerde dolaşan bu besteciyi tanıtmak istedik.


Necip Celal Andel, bundan tam elli yıl önce, 29 Kasım 1957’de dünyaya veda etmişti. İlk Türkçe tango olarak tarihe geçen Mazi ise, 75 yıl önce 1932’de Seyyan Hanım tarafından plağa okundu. Gerek Mazi’yi, gerekse yine bir Necip Celal bestesi olan Suna’yı bugünlerde Sema’nın ve İncesaz’ın yeni yorumlarıyla Beyoğlu’nda sık sık duymanız mümkün. Peki bu duyarlı müziklerin sahibi hakkında ne biliyoruz?

Necip Celal’in adını plaklar üzerinde görmüştüm elbette. Ama gözlerinin görmediği ve oldukça genç yaşta öldüğü dışında pek bir bilgim yoktu önceleri. Geçtiğimiz aylarda ölen, bir zamanların “kızıl saçlı soprano”su İclal Ar’la röportaj yaparken, Necip Celal’i otuzlu yıllarda nasıl tanıdığını şöyle anlatmıştı:
“Bir ahbabın evinde Necip Celal ile de tanışmıştık. Arkadaş olduk, zaman zaman akordeonunu alıp o da bizim toplantılarımıza gelmeye başladı. Bir gün yine yerlerde oturmuşuz. Romantik olsun diye herhalde, elektriği söndürüp mumları yaktık, birlikte şarkı söylüyoruz. Necip Celal’in gözleri kör ama ışığı görebiliyor. ‘Çocuklar, şu mum ışığını da söndürün de, bu akşam hepimiz eşit olalım,’ dedi. Ağlamaya başladık.” İclal Ar, anılarında Mesut Cemil’in ısrarıyla İstanbul Radyosu’nda Necip Celal’in bir tangosunu Kızıl Ay takma adıyla okuduğunu da anlatır. O dönemde yayın canlı yapılıp kayda geçirilmediği için bunu dinlemek gibi bir şansımız da yok...

Yaşamını özetlemeye çalışayım. 1909 yılında doğmuş. Babası hukuk profesörü Mehmet Celâlettin, elbette oğlunun da hukuk okumasını ister. Ama Necip Celal’in gözü kulağı müziktedir. Aldığı özel derslerle bilgilerini geliştirir. Eline geçen her müzik aletini kısa sürede çalmak gibi bir becerisi de vardır. O yıllarda gözleri görmekte, ama yavaş yavaş bir perde de inmektedir... Necip Celal önceleri buna pek aldırmaz, o dönemin modasına uygun olarak, çılgın gibi dans etmekte, çarliston yapmaktadır. İlk aşklarını da bu yıllarda tadar. 1928 yılında Taksim Gazinosu’nda çalışan bir Alman kızla umutsuz bir aşk yaşar. Bunun hatırası iki şarkı olarak ortaya çıkar: Sarı Yapıncak fokstrotu ve Mazi tangosu...

Necip Celal gözlerini 1932 yılıında tamamen kaybeder. Aynı yıl, Mazi tangosu Seyyan Hanım tarafından Sahibinin Sesi firması için plağa okunur. Plağın arka yüzünde ise yine bir Necip Celal tangosu vardır: Ayrılık. Bu plak birden çok meşhur olunca, Seyyan Hanım ardarda Necip Celal tangoları doldurmaya başlar. Necip Celal de ilk Türkçe sözlü tango bestecisi olarak kayıtlara geçer.

Taş plak kataloglarına baktığımızda bir çok sanatçının Necip Celal bestelerini plak yaptığını görürüz. Daha bulup dinleyemedim ama Münir Nurettin Selçuk bile Ayrılık tangosunu okumuş. Bedriye Tüzün, Seven Star Band Caz topluluğu ile Bir An İçin ve Günler’i Colombia için plağa doldurmuş. Mahmure Handan Hanım Odeon için Mazi’yi kaydetmiş. Birsen Hanım Yıllar’ı, Gönül Hanım ise Suna’yı okumuş. İclal Ar’ın anılarında söz ettiği Rum asıllı Gavin Kardeşler de, Necip Yakup idaresindeki Colombia Tango Orkestrası eşliğinde Suna, Özleyiş, Yıllar, Kimse Sevgimi Bilmez, Emine (Menekşeden taç öreyim) ve Sarı Zambak adlı tangoları plağa almışlar. Seyeyan Hanım’dan sonra en çok Necip Celal şarkısı okumuş olan bu Gavin Kardeşler’in de tek bir plağını göremedim daha...

Necip Celal bir röportajında eserlerinin 18 tanesinin nota olarak basıldığını söyler. Bunların bazılarını ben de gördüm, iki ila üç bin arasında basılıyor ki, sanırım bu bayağı önemli bir tiraj... Aynı röportajda ortaya çıkmayan iki eserinden söz eder.: “Birincisi halkımızın pek sevdiği viyolonist Caspar Cassado’nun [kırklı yıllarda üstüste İstanbul’a gelip konserler vermişti] arzusuyla ve tamamiyle Türk müziği makamlarıyla bestelenmiş üç kısımlık bir Viyolonsel Konçertosu’dur. Cassado’nun İstanbul’a son gelişinde kendisiyle bir çok çalışmalar yaptık ve sonunda eser tamamlandı. İkincisi ise halen Türk uyruğunda olan büyük keman üstadı Vasa Prihoda’ya ithaf ettiğim keman ve piyano için “Rüzgar Sanatı” adlı eserimdir. Üç kısımdan oluşuyor: 1. Rüzgar, 2. Akşam, 3. Fırtına. Çalması güç olan bu sonatın ana motifleri yine bizim müziğimizin renkleri taşımaktadır. Her iki eserin de uzunlukları 35’er dakikadır.” Necip Celal’in eserleri ile özel olarak ilgilenen keman sanatçımız Cihat Aşkın, bu ikinci eserin kayıp olduğunu söyledi. Ayrıca Necip Celal’in burada söz etmediği bir keman konçertosu daha varmış. Aşkın, bu eserin Dua adlı ikinci bölümünü 1996 yılında, piyano eşliğinde seslendirmiş.

Necip Celal’in yaşamıyla ilgili ayrıntılı bir çalışma yok. Nedim Erağan’ın baskısı kalmamış Tramvaylı Günler ve Eski Tangolar adlı kitabında Necip Celal’le ilgili anılar dışında... Bir de eski radyo dergilerinde kalmış röportajlar, yazılar... Bunları biraraya getirerek, Necip Celal Andel’in ağzından bir yaşamöyküsü aktarmaya çalıştım. Yeni çıkan Aralık ayının Roll dergisinde okuyabilirsiniz.

2 Aralık 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI


ABİDİN DİNO NİÇİN FARKLIDIR?

Abidin Dino sergisinin açılacağını aylar öncesinden duymuş ve çok heyecanlanmıştım. Sabancı Müzesi’nin kocaman salonlarında Abidin Dino’nun olabildiğince çok eserini görebilecek olmak güzel bir şeydi elbette. Ama işin Türkiye’nin geldiği konum açısından farklı bir önemi de vardı. Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biri, komünist olduğunu hiç saklamamış bir sanatçının sergisini açıyordu.

Abidin Dino kırklı yıllarda Türkiye Komünist Partisi’ne girmiş, 1962 kongresi kayıtlarına göre Nazım Hikmet’le birlikte Dış Büro üyeliği yapmıştı. TKP ile Fransız Komünist Partisi arasındaki ilişkiyi uzun yıllar onun kurduğu söylenirdi. Bizim Radyo’da programlar hazırlamış, eserlerine TKP üyelerinin gördüğü işkenceler bile yansımıştı.

Öte yandan Abidin Dino, komünist hareketin zaman zaman içine düştüğü sekterliklerden de uzak durmayı becermiş bir sanatçıydı. Yaşı gereği, ucundan da olsa Osmanlı estetiğini tanımıştı. İmzasına ve eserlerine yansıyan kaligrafik etkinin kökenini Osmanlı hat sanatında bulabiriz (nedense sergide bu yanını yansıtan çok az eser yer alıyor). Öte yandan çok genç yaşta girdiği İstanbul bohem çevreleri sayesinde geniş bir sanat beğenisi kazanmıştı. Ardından, Sovyetler Birliği’nin avangard sanat çevreleriyle ve ardından Paris’te yenilikçi akımlarla kurduğu yakınlıklar ufkunu genişletti. Böylece, Mimar Sinan’dan Goya’ya; Nazım Hikmet’den Picasso’ya uzanan birbirinden çok farklı etki kaynakları onu besledi. Bu güçlü donanım Abidin Dino’nun sanatında pek az Türk sanatçının sahip olduğu bir noktaya ulaşmasını sağladı. Gelenekle bağını koparmamış, sosyal sorumluluklarını sırtlanmış, en yenilikçi akımlara çekincesiz bakabilen bir noktadır bu. Abidin Dino’nun sanatı bu nedenle Türkiye için çok özel bir noktayı işaret eder.

Şimdi geriye dönüp yeniden soralım. Abidin Dino bu farklı özellikleri sayesinde mi Sabancı Müzesi’nde yer alıyor? Müzeyi yönetenler ve serginin küratörleri açısından belki... Ama kapitalizm ve komünizm kavramlarının da zaman içinde eski anlamlarını kaybetmelerinin payı var bunda. Bir kere komünist olmanın artık eskisi gibi güçlü bir anlamı yok. Kapitalizm, Sovyetler Birliği’nin yıkılışından bu yana giderek etkisizleşen komünizmden korkmaya gerek olmadığını anladı. Komünizm eskisi gibi güçlü olsa, bu korku sürerdi mutlaka. Ama artık ona geride kalmış, (hatıralarında olumlu bir yer taşımasa da) nostaljik bir unsur gibi bakabiliyor.

Bizim nesil, sanat eserlerinin tırnak içinde komünist mesajlar taşıdığı için taşlandığı, yakıldığı bir dönemde yaşadı. Bu nedenle; sanata bakarken eski ideolojik kriterlerle davranılmaması güzel bir gelişme. Ama tüm gençliğinizi adadığınız düşüncelerin de artık tedavül dışı kalmış olması da acı verici.

Sergiye gelirsek... Konsept ve kurgu Nazan Ölçer, Ferit Edgü ve ne yazık ki bu yaz aramızdan ayrılan Samih Rıfat’ın imzasını taşıyor. Onun ayrılmasının ardından ekibe katılan Zeynep Avcı’nın da katkıları büyük. Sergide, Abidin Dino’nun tüm dönemlerinden olmasa bile, önemli bir bölümünden eserler yer alıyor. Elbette resimleri, desenleri ön planda. Ama karikatürleri, heykelcikleri ve filmleri de sergileniyor. Serginin çok kapsamlı kataloğunda Dino’nun karikatüristliği, yazarlığı (Türkçeyi en en iyi kullanan kalemlerden biridir) , sineması, illüstratörlüğü ve elbette ressamlığı üzerine makaleler yer alıyor. Yani tam bir Abidin Dino donanıma sahip olma şansınız var...

Sergiyi dolaştığınızda Abidin Dino’nun iki yönünün insanı çok etkilediğini görüyorsunuz. Bunlardan birincisi elbette yukarda da söz ettiğimiz çok yönlülüğü. İkincisi ise olağanüstü desenciliği. Bir de bunlara kattığı özel bir ruh var ki, o da Dino’nun niçin Dino olduğunun cevabı herhalde... Beni en çok etkileyen, daha önce hiç bilmediğim dönemlerine ait çalışmaları oldu haliyle. 1955 yılında yaptığı UzunYürüyüş resimleri çok çarpıcıydı. Mao’nun Çin Devrimi’ne damgasını vuran ve tarihe “Uzun Yürüyüş” olarak geçen eylemi yirmi yıl sonra Abidin Dino tarafından yorumlanmış. Soyut ile somutun içiçe geçtiği çalışmalar bunlar. Anlatmak mümkün değil, görmeniz gerekiyor. Yine aynı yıllarda üretilmiş Antibes resimleri de, bambaşka bir dünyayı yansıtmasına rağmen benzer etkiler bıraktı bende. Dino’nun fırçası farklı dünyaları yansıtsa da resimlere aynı ruhu ekliyor. Başarısı da burada galiba.

Sergiye paralel olarak piyasaya yeni Abidin Dino kitapları da sürüldü. Abidin Dino’nun “Kısa Yaşam Öyküm”, “Sensiz Her Şey Renksiz (Abidin Dino- Güzin Dino Mektuplar”, “Sinan” ve “Yeditepe Öyküleri” Can Yayınları’ndan çıktı. Bunları Abidin Dino’nun diğer eserlerinin takip edeceğini umuyoruz. Öte yandan Yapı Kredi Yayınları da, Jean Pierre Deleage’nin “Abidin Dino ya da Kanatlanan El” adlı biyografisini yayınladı. Dino’yu tüm yönleriyle derli toplu tanımak için iyi bir başlangıç kitabı. Sadece iki ay açık kalacak olan Abidin Dino sergisini kaçırmamanızı öneririm. Dino’nun yazarlığını tanımıyorsanız da, hiç olmazsa öykülerini okuyarak bugüne kadar neler kaçırmış olduğunuzu anlamaya başlayabilirsiniz... Benden söylemesi.

25 Kasım 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI




ABBASAĞA PARKI
Baba Zula’nın son albümü Kökler’de Abbasağa Parkı diye bir parça var. Sözleri olmayan, ama kuş sesleriyle dolu, güzel bir parça. O güne kadar Abbasağa Parkı’nın yanından geçerken bu parkın tarihi üzerine bir kere bile düşünmemiş olduğumu anladım. Önce yeniden parkı gezdim ve ardından başladım araştırmaya...
Elbette ilk elimi attığım kaynak Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi oldu. Evet Abbasağa Parkı diye bir madde var. Ama parka varmadan önce; ona adını veren Abbasağa kimdi sorusunu sormamız gerekmez mi? Evet ansiklopedimiz bunu da cevaplıyor. Kızlarağası Abbasağa onyedinci yüzyıl ortasında Osmanlı sarayının zenci haremağalarının en meşhurlarındanmış. “Hatice Turhan Sultan dairesinden yetişmiş, Valide Sultan ağalığına yükselmiş; Turhan’ın oğlu Dördüncü Mehmed üzerindeki nüfuzu sayesinde 1668’de kızlarağası olmuş.” 1672 yılında emekli edilerek Mısır’a gitmiş ve orada ölmüş. Abbasağamız, İstanbul’u biçok hayır yapılarıyla süslemiş kişiler arasında anılıyor. Beşiktaş’taki Abbasağa mahallesine adını veren Abbasağa Camii’ni, Abbasağa Çeşmesi’ni ve Abbasağa Mahalle Mektebi’ni de ( 1909’da bir yangında yok olmuş) yaptıran işte bu Abbasağa.
Abbasağa’nın hamisi Turhan Sultan, Rus asıllı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun en ünlü valide sultanlarından. Eminönü’ndeki Yeni Camii ve yanındaki Mısır Çarşısı’nı o yaptırmış. Ahmet Refik Altınay’ın Kadınlar Saltanatı adlı kitabında önemli bir yer tutuyor. Hatta yine aynı yazarın Turhan Valide adlı bir de tarihi romanı var. Hemen onu karıştırmaya başladım. Evet ağaların birbirine düştüğü, kellelerin uçuştuğu bir dönem bu. Ama ağalar arasında Abbasağa yok! Sonunda anlıyorum ki, bütün bu iktidar çatışmaları bittikten, ortalık süt limana dönüştüktenKızlarağası olduğu için, kimse bizim Abbasağa’yı yazmaya gerek duymamış. Sükunetin tarih açısından bu türden zararları oluyor demek ki...
Beşiktaş’ta Evliya Çelebi’den bu yana Müslüman, Rum ve Yahudi mahalleleri yanısıra Abbasağa sırtlarına uzanan bir Ermeni mahallesi olduğunu biliyoruz. Ama İnciciyan’ın ifadesine göre 1759’da Surp Asdvadzadzin Kilesi’nin yıkılmasından sonra “Ermeniler günden güne dağılıp azal”mışlar.
Gelelim Abbasağa Parkı’na. Burada eskiden mezarlıklar varmış. Çelik Gülersoy Beşiktaş üstüne yazdığı kitabında, park yapılmadan önceki durumu şöyle anlatır: “Mâşuklar Yokuşu (...) [yolunun] sonu, eskiden, yani 50’lere kadar, metruk bir Ermeni mezarlığı idi. Sağ yan ise, duvar içinde büyük bir Müslüman mezarlığı. (...) Müslüman mezarlığını, 1940’lar başında Vali Dr. Kırdar, baştan başa söktü ve bir semt parkı haline getirdi. Geleni-gideni kalmamış kabirlerin eski ve değerli taşları, maalesef çok hoyratça toplandı, bir yerlere nakledilip atıldı, kimileri de parkta basamak diye kullanıldı! Bu yağma, tahrip, hiç bir tepki çekmedi.” Çelik Gülersoy kitabının bir başka Abbasağa yokuşundaki bakkal Agop Ağa’yı ve dükkanının önündeki üzüm sepetini de anlatır, ama bu uzun ve başka bir konu olduğu için hiç girmeyelim...
Mezarlıklar bahsine dönersek, İstanbul Ansiklopedisi bu değişimin 1939-1941 yıllarında gerçekleştiğini yazarak şöyle devam eder: “Kabirlerin naklettirilmesi için yapılan tebliğ üzerine, ancak iki yüz kadar kabrin sahibi çıkmış; diğer kabirlere gelince, kemikler kabistanın aşağı köşesinde kazılan dört büyük kuyuya doldurulmuş, taşları da kireçhaneye gönderilmiştir.” Mezarlık parka dönüştükten sonra, “parka çeşit olmak üzere bırakılan birkaç ağaç müstesna, mezarlığın kasvetli hâtırasını silmek için selvilerin hemen hepsi kesilmiştir. Bunların yerine birkaç cins çam, mazı, taflan, atkestanesi, palmiye fidanları dikilmiştir.” En nihayet mutlu sona ulaşan Abbasağa Parkı’nı İstanbul Ansiklopedisi 1944 Eylül’ünde şöyle tasvir eder: “Parkın üst taraflarından Marmara ve Kızkulesi’nden Beylerbeyi’ne kadar uzanan karşı sahil ve sırtların görünüşü pek latiftir. Belediye tarafından semt halkının ihtiyacına kafi gelecek kadar kanapeler konulmuştur; aşağı köşesinde kapalı ve temiz bir ayakyolu vardır. “
Çelik Gülersoy da, bu ilk dönemlerinde parkı överek anlatır: “Üzerine mor ve beyaz salkımlar tutunmuş pergolalar, gül adaları, arkaları yaseminlerle örülmüş sohbet köşeleri ve romantik merdivenleri ile, tam bir cennet köşesi.” Lakin söz ettiğimiz Beşiktaş kitabını yazarken (doksanlı yılların başında), parkın ne durumda olduğunu görmek için yeniden gittiğinde pek öfkelenir: “Park olmuş bir harabe. Bu şehir nereden kalktı, nereye geldi, yarabbi! Aklımı muhafaza et.” Bu bakımsızlık uzun yıllar devam etti. Parkımız girilmekten korkulan bir mekan haline geldi. Daha sonra yerine otopark yapılması gündeme geldiyse de, semt halkının baskıları sonucu 2003 yılında Beşiktaş Belediyesi tarafından yeniden imar edildi, bugünkü haline getirilidi.
Şimdi bütün bu öğrendiklerimden sonra Baba Zula’nın Abbasağa Parkı adlı parçasını elbette daha farklı dinleyeceğim. Ah az kalsın unutuyordum...Evliya Çelebi, Beşiktaş’ın mesire yerlerinden bahsederken, kuş seslerine özel bir paragraf ayırır: “Sarıasma, karatavuk, ishakkuşu, ispinoz, filorina, baştankara, bülbül-i bednâm ve bülbül-i nîk nâmın (güzel bülbülün) feryat ve inleyişleri gezintiye çıkanların canlarına can bağışlayıp dostlar taraf taraf sohbet ederler...” Acaba Baba Zula’nın Abbasağa Parkı’nda seslerini duyduğumuz kuşlar, bunların yedi göbek sonrası torunları mı? Ne dersiniz, olamaz mı?

DESEN: Ceren Oykut

18 Kasım 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI



DOĞU İLE BATI ARASINDA

Geçtiğimiz hafta Osmanlı Bankası Müzesi’nde ilginç bir sergi açıldı: Doğuyu Tüketmek. Kuratörlüğünü Prof. Dr. Edhem Eldem’in yaptığı sergiye girdiğinizde önce küçük bir televizyon ekranıyla karşılaşıyorsunuz. Ellili yıllarda Fransız televizyonundaki bir programda Dario Moreno “Mustafa” adlı şarkıyı söylüyor. Gerek dekor, gerekse Dario’nun jestleri egzotik bir doğu atmosferinin kokusunu taşıyor. Hem gizemli, ama hem de (tamam bunda Dario’nun da rolü var) komik! Herkes adına konuşmayayım ama, tüm yaşamımız boyunca içinde yaşadığımız ikilemlerin özeti bu klip. Hem bir modern haberleşme ürünü (klip), hem de eskiye ve doğuya dair imgeler taşıyor. Biz de hem bunun içinde yaşıyoruz, demek ki onunla bütünleşiyoruz; hem de bunu komik buluyoruz, demek ki aykırı hissediyoruz....

Edhem Eldem de doğuyla batı arasında yaşayan bir Türkiyeli aydın olarak belli ki bu ikilemleri hissetmiş ve konusu “doğu” olan bu sergiyi açmayı düşünmüş. Sergi çok özetle “19. yüzyıldan itibaren, batının tüketim kültüründe, tüketicinin hayal gücüne ve arzularına cevap verecek şekilde gelişen doğu imajını ve bu imajın yayılmasına imkan veren obje ve belgeleri konu ediniyor.”

Sergi salonuna girince bir nevi “direklerarası”nda buluyorsunuz kendinizi. Direklerin üstünde afişler asılı, altlarında ise kitap, kartpostal ve çeşitli objeler yer almakta. Aslında salon bu sergi için küçük. ( Binanın yakında restorasyona alınıp, bütünüyle sanat ve kültür merkezi haline getirileceği müjdesini aldık, söylemeden geçmeyelim). Ama fikri anlatmak için yeterli. Edhem Eldem, doğunun nasıl tüketildiğini daha önce sık başvurulan edebi metinler ve sanatsal ürünlerden örnekler vererek aktarmayı seçmemiş. Bu tüketimin günlük yaşama yansımasını sağlayan ürünleri yeğlemiş. Genellikle “efemera” sözcüğüyle tanımlanan, tüketim için üretilen nesneler var bu sergide. Bence konuyla da tam bir örtüşüm sağlıyor...

Serginin adı birçok açıdan doğru. Edward Sait’in kitabının sunduğu biçimde oryantalizm, elbette bu serginin de temel konusu. Ama Edhem Eldem daha geniş bir açıdan bakmayı yeğliyor. Düşünsel yönünden çok olgunun yaşam içindeki varoluşuyla ilgileniyor. Sergideki objeleri bize sunarken şöyle demekte: “[Bu objeleri] Batı’nın ‘hain bir hakimiyet planının’ bir parçası olarak kınalamalı mıyız, yoksa onları bir şekilde kabullenip sadece o dönemin zihniyetine ait olan, Doğu ile zaten sımsıkı bir şekilde bağlı olan başat klişelere bir tür boyun eğme olarak görebilir miyiz?”

Koca bir sergi ve onun kitabında aktarılan bilgileri özetlemek mümkün değil. Sadece işaret edelim. Edhem Eldem sergiyi dört başlık altında sunuyor: 1. Egzotizm, 2. Erotizm, 3. Tarihsellik ve 4. Etnografya. Sergilenen ürünler doğal olarak batı ülkelerinin (birçoğu kendi sömürgeleri olan) Fas’tan Filistin’e uzanan bir coğrafyaya bakışlarını yansıtıyor. Serginin belkemiğini oluşturan afşler Fas’taki önemli bir koleksiyondan sağlanmış. Kazablanka’da bulunan Abderrahman Slaoui Vakfı’nın elindeki zengin afiş koleksiyonundan elli kadar örnek seçilmiş. Gerek bu koleksiyonun belirleyiciliği, gerekse Edhem Eldem’in duyduğu özel ilgi nedeniyle serginin havası oldukça “frankafon”. Ama bu sergi için bir zaaf oluşturmuyor, hatta belki de belirli bir hat içinde kalarak derinleşmesini bile sağlıyor...

Sergiden çıktığınızda düşünmeye başlıyorsunuz. Ben bu “Doğu/Batı” ikileminin neresinde duruyorum öyleyse diye... Batının doğuya bu oryantalist merakla bakmaya başladığı yıllarda, Osmanlı İmparatorluğu’nda da batılı olmak sevdası başladı. Jöntürklerden Kemalizme uzanan bir çizgide batılı/avrupalı olma mücadelesi verildi. Cumhuriyetle birlikte bu bir devlet politikası oldu. Doğulu ve islam olan her şey bu politikaya ters düştüğü için yok edilmeye (ya da üstü örtülmeye) çalışıldı. Ama aslında biz doğuda yaşıyorduk ve yaşam biçimimiz de doğuya aitti. Doğuda yaşayan batılılar gibiydik... Bu ikilem hâlâ tüm gücüyle yaşamızın ortasında bir düğüm gibi durmakta. Bizi açıklayan, ama bizi zorlayan bir düğüm gibi... Bu ikilemin farkında olan insanlar için aşılması zor bir durum...

“Doğuyu Tüketmek” sergisinden çıkıp aynı gün İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde açılan Saltanatın Dervişleri/ Dervişlerin Saltanatı sergisine gittim. Burada oryantalizm yoktu, doğunun kendisi vardı. İstanbul’da mevleviliğin tarihi hatlar, resimler ve belgelerle sergileniyordu. Bu olağanüstü eserlere bakarken, aslında onlara artık hepimizin bir batılı gözlüğüyle baktığını farkettim. Doğunun içinden gelen bizler, artık doğulu gibi bakma özelliğimizi kaybetmiştik. Bu sadece kentli, aydın insanlara özgü bir durum değildi. Tüketim toplumunun gelişmesiyle birlikte, tüketen her insan yeni bir bakış açısı edinmişti. Kapitalizmin kalesi olan batının bakış açısı odak noktamızı ele geçirmişti. Artık istesek de, istemesek de tek bir noktadan bakabiliyorduk. Doğunun içindeki batılıydık. Ama gerçek anlamda ne doğuda, ne de batıda hissediyorduk kendimizi. Belki de havada asılı duruyorduk. Belki de “doğuyu tüketmek” aslında buydu...

10 Kasım 2007 Cumartesi

MÜZİK YAZILARI




10 HAS NINA SIMONE YORUMU

Giderek çok daha fazla Nina Simone parçası dinlemeye başladığımızın farkında mısınız? Sanırım son on yıldır onun gücünü film yapımcıları ve reklamcılar da farkettiler. Soundtrack’lerde ve reklam filmlerinde sık sık kullanılması bunun kanıtı. Elbette bunda Nina Simone’un çok farklı bir sanatçı olmasının rolü büyük. Müzik dünyasında ondan etkilenenlerin sayısının da oldukça fazla olduğunu biliyoruz. Hayat içindeki yer alışı, politik konulardaki kararlı tutumu ve bir kadın olarak ayakta kalma mücadelesi onu cazip kılan noktalar arasında. Ama sanırım yarattığı etkinin en önemli yanı adeta toprağın derinliklerinden gelen sesinde ve şarkılarına yüklediği olağanüstü güçte yatıyor. Nina Simone’dan etkilenen sanatçıların listesi oldukça uzun. İlk akla gelenleri sıralamaya çalışalım. Alicia Keys, Dionne Warwick, Bonnie Raitt, Shirley Bassey, Aretha Franklin, Lauryn Hill, Joan Armatrading
Dee Dee Bridgewater, Rickie Lee Jones, Sade, Marianne Faithfull, Norah Jones, Marla Glen, P.J.Harvey, Laura Nyro, Tanita Tikaram, Sarah Jane Morris, Patricia Barber (son abümünde Nina için Icarus adlı bir şarkı bile yazdı), Madeleine Peyroux, Lhassa, Walkabouts, Jeff Buckley, Antony, Will Oldham, Damien Rice, Devendra Banhart, Rufus Wainwright. Bu liste uzar gider.

En sevdiğimiz Nina Simone yorumlarını tanıtmaya çalışacağımız bu yazıya başlamadan önce, Simone’nun da çok farklı bir bir yorumcu (yorumu burada cover anlamında kullandığımı söylememe bilmem gerek var mı) olduğunu belirtmemiz gerekli. Onun yorumladığı şarkıcı ve topluluklar Beatles’dan Leonard Cohen’e, Bob Dylan’dan Bee Gees’e, Jacques Brel’den Screaming Jay Hawkins’e kadar uzanan bir çeşitlilik taşır. Ama Nina Simone hepsinden yeni bir şarkı çıkarır koyar önümüze. Sözü fazla uzatmadan en sevdiğim on Nina Simone şarkısı yorumunu sıralamak istiyorum.

Anne Sofie von Otter, The Other Woman, CD Anne Sofie von Otter meets Elvis Costello. For The Stars (2001)

Şarkı Elvis Presley için de çalışmış olan Jesse Mae Robinson tarafından yazılmış. Nina Simone gibi kocalarından pek çekmiş bir kadın için “öteki kadın”dan söz etmenin pek kolay olmadığını takdir edersiniz. Ama ilginçtir, bu şarkı öteki kadına hüzünle yaklaşıyor ve onu anlamaya çalışıyor. Simone şarkıyı 1959 yılında doldurdu. Altmışlı yıllarda ise Shirley Bassey plağa okudu. En bilinen yorumu ise Jeff Buckley tarafından yapılanı. Biz Elvis Costello’nun İsveçli soprano Anne Sofie von Otter için yaptığı albümden seçtik. Nina Simone’un yorum gücüne ulaşamasa da, Otter parçanın ruhunu aktarmayı başarıyor.

Feist, Sealion [Woman] CD The Reminder (2007)

Aslında şarkının adı See Line Woman, anlamı konusunda ise rivayet muhtelif. Ama okunuşun aynı olmasından destek alarak ve elbette daha yakışıklı olduğu düşünülerek Sealion (deniz aslanı) biçiminde söylemeyi tercih edenlerin sayısı oldukça fazla. Aslında eski bir halk şarkısı. Otuzlu yıllarda George Bass adına tescil edilmiş, Christine ve Katherine Shipp tarafından da plağa okunmuş. Nina Simone’un ilk yorumu ise 1964 yılı New York Carnegie Hall konser albümünde bulunmakta. Parçayı daha sonra yorumlayanlar arasında Randy Crawford da var. Şarkı Afrika beat ritmleri taşıyan çok güzel bir dans parçası olduğu için sık sık remiksi yapıldı. Kanadalı şarkıcı Feist bu yıl çıkan son albümünde oldukça farklı bir yorumla Sealion’ı yeniden gündeme getiriyor.

Run On, Sinnerman, CD No Way (1997)

Sinnerman aslında geleneksel ve gospel etkileri taşıyan bir şarkı. Nina Simone çocukluğunda kiliselerde okumaya başladığı parçayı daha ilk konserlerinden itibaren repetuarına aldı. İlk kez 1961 tarihli New York, Village Gate konserinin albümünde karşımıza çıktı. Daha sonra stüdyo albümlerinde on dakika süren farklı bir yorumuyla büyük etki yaptı. Şarkının diğer yorumcuları arasında The Weavers, The Seekers, Peter Tosh, Wailers, Three Dog Night ve Sixteen Horsepower var. Felix da Housecat‘in remiksi de epeyce ünlü oldu. Bizim seçimimiz New York’lu underground topluluk Run On’un farklı ve olağanüstü yorumundan yana.

Jeff Buckley. Lilac Wine, CD Grace (1994)

Çok hüzünlü bir şarkı olan Leylak Şarabı James Shelton taraffından yazıldı. Erken dönem yorumcuları arasında Eartha Kitt, Judy Henske, Elkie Brooks ve Helen Merrill de bulunmakta. Ama Nina Simone’nun şarkıyı seslendirmesinden sonra işler değişti ve Lilac Wine onunla birlikte anılmaya başlandı. Yeni kuşaklar ise doğal olarak Jeff Bucley’ın Grace’deki o müthiş yorumuyla hatırlamakta. Büyük bir Nina Simone hayranı olan Jeff, hemen her konserinde bir Simone parçası yorumlardı (ama biz sadece birini seçebileceğiz). Aramızdan çok genç yaşta ayrılan Buckley’in bize bıraktığı az sayıdaki mücevherden biri olarak her zaman yanıbaşımızda.

Cat Power, Wild is the Wind, CD The Covers Record (2000)

Keder yükü hayli ağır bir şarkı olan Wild Is the Wind, aslında aynı adlı bir film için 1956 yılında Dimitri Tiompkin ve Ned Washington tarafından yazıldı. Filmde parçayı Johnny Mathis yorumlamıştı. Ama Nina Simone’un şarkının adını bir albümüne de vermesinden sonra kökenlerini kimse hatırlamaz oldu. Daha sonra şarkıyı repertuarına alanlar arasında David Bowie, genç yaşta intihar eden Billy MacKenzie ve George Michael bulunuyor. Bizim seçimimiz ise Cat Power’dan yana oldu. Asıl adı Chan Marshall olan Cat Power’ı geçtiğimiz yıl Babylon’da dinleme şansını yakalamıştık. Şarkının ruhunu yansıtan bir yorum...

Robert Wyatt, Strange Fruit, CD Nothing Can Stop Us (1998, albümün ilk yayınlanışı 1982)

Tuhaf meyve, adını ağaçlarda sallandırılan siyah Amerikalıların tarihinden alır. Irk savaşlarının korkunç yıllarından kalma bir öyküdür bu. Yahudi bir öğretmen olan Lewis Allan’ın yazdığı şarkı ilk kez 1939 yılında Billie Holiday’in sesiyle yankı bulur. Nina Simone ise bunu altmışlı yılların politik arenasında yeniden yorumlar. Şarkıya kölelik yıllarından bugüne uzanan bir özel güç katar. Daha sonraki yıllarda sosyal konulara ilgi duyan bir çok sanatçının başarılı yorumlarını hatırlıyoruz. Bunlar arasında öne çıkan isimler Siouxsie and The Banshees, John Martyn, Jimmy Scott, Twilight Sisters ve elbette Jeff Buckley. Biz ise yorumu dünyanın en özel seslerinden birine sahip olan ve muhalifliği hiç elden bırakmayan Robert Wyatt’dan seçtik. Onun politik konulu şarkıları toplayan albümünden geliyor...

Muse, Feeling Good CD Origin of Symmetry (2001)

En nihayet iyimser bir parça! Feeling Good ( ya da Feelin' Good) aslında bir müzikal için yazılmıştı. 1965 tarihli Anthony Newley ile Leslie Bricusse imzalı parçayı, daha sonraki yıllarda herkes bir Nina Simone klasiği olarak tanıyacaktır. Parçayı daha sonra yorumlayanlar arasında Sammy Davis Jr., Eeels, Sophie B. HawkinsThe Pussycat Dolls da bulunmakta. İngiliz üçlüsü Muse ise şaşırtıcı bir yorumla şarkıyı ikinci albümüne aldı.


Nick Cave and the Bad Seeds. Plain Gold Ring, CD Live Seeds (1993)

Edward S. Burroughs imzalı bir şarkı olan Plain Gold Ring’i Nina Simone ellili yıların bir caz şarkısı olan Kitty White’dan öğrendi. (Kitty White aslında Alice Aynanın İçinden adlı kitabın kedilerinden birinin adı ama bunun konumuzla bir ilgisi yok herhalde). Simone’nun 1957 yılına uzanan ilk kayıtlarında şarkıya rastlıyoruz. Nick Cave’in yorumu her ne kadar bir Simone parçası gibi başlıyorsa da, ilerliyen dakikalarda şarkıya kendi enerjisini ve uslübunu kattığını da görebiliyoruz. Nick Cave’in Nina Simone’u 1999 yılında Meltdown festivalinde sahneye çıkardığını da notlarımızın arasına katalım.


Antony& The Johnsons. Be My Husband MP3 (2005)

Nina Simone için otobiyografik bir şarkı. Hikayesi şöyle: Nina Simone 1961 yılında bir Harlemli polis olan Andrew Stroud ile evlenir. Tabii adamcağız hemen işi bırakır ve şarkıcının menejerliğini üstlenir. Sonradan başına bela olacak bu ilişkiden bir kızları ve bir de bu şarkı doğar. İkisinin de imzasını taşıyan Be My Husband. Simone bu parçayı eşliksiz ( akapella) biçimde yorumlar ve plağa doldurur. Jeff Buckley (adını ne çok andık değil mi) ve Tracy Chapmann daha sonraki yıllarda şarkıyı repertuarlarına katacaklardır. Biz burada ne yazık ki daha albümlere girmeyen, ama gayret ederseniz MP3’ünü bulabileceğiniz Antony yorumunu aldık. Antony, Nina Simone’nun belki de en fanatik hayranlarından. Şöyle diyor bir röportajında: “Simone benim müzikal gelişmemde başrolü oynadı. Odamda günlerce Baltimore (Simone’nun yorumladığı bir Randy Newman şarkısının adını verdiği albüm) ve Nina Simone and Piano albümünü dinlerdim. Varolduğunu bilmediğim notalara basardı ve her notayı olağanüstü bir güç ve duyguyla seslendirirdi. Yapmak istediğim her şeyi o temsil ediyordu.”


Vic Chesnutt, Fodder on her Wings CD North Star Deserter (2007)

En nihayet tamamiyle Nina Simone imzalı bir şarkı: Fodder On Her Wings. Büyük olasılıkla kendi şanssızlıklarını dile getirdiği bir şarkı aynı zamanda. 1980’lerde plağa doldurduğu bu parçada Simone piyanosuyla başbaşa. Yorumu ise çocuk felcinden dolayı tekerlekli iskemleye bağımlı yaşayan, bu nedenle yaralı ruhunu sesinde çok hissettiğimiz bir şarkıcıdan geliyor. Vic Chesnutt yeni albümünde Simone gibi tek başına gitarıyla seslendiriyor şarkıyı. Neredeyse Nina Simone’la yarışacak kadar da başarılı...


NOT: NINA SIMONE’A ÖZEL İKİ HAFTA

Önümüzdeki iki hafta Nina Simone sevenler için çok özel bir dizi etkinliği içeriyor. Yarın İstanbul Modern’e saat 14.00’de Fransız yapımı “Nina Simone. The Legend” adlı belgesel gösterilecek. 12 Kasım Pazartesi Açık Radyo’dasaat 22.00’de Cem Sorguç’un hazırladığı Ahtapotun Bahçesi adlı programda Cem’le birlikte yukardaki coverları (vakit yettiği kadar) çalmaya çalışacağız. 13 Kasım salı günü ise Babylon Lounge’da saat 18.30- 21.30 arasında “Black is the Color” başlığı altında Nina Simone ve etkilediği şarkıcılardan seçmeler çalacağım. 21-22 Kasım günleri ise Babylon’da çok özel bir konser yer alıyor. Garanti Caz günleri kapsamında sahne alacak olan genç yetenek Jhelisa, bir “Nina Simone Tribute” konseri verecek.

5 Kasım 2007 Pazartesi

PAZAR YAZILARI


BOĞAZİÇİ’NDE ESKİ EĞLENCELER

Geçtiğimiz Pazartesi, İstanbul Boğazı 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı nedeniyle olağanüstü bir gösteriye tanık oldu. Biz de bu vesileyle Boğaziçi tarihinde benzer trden eğlenceler var mı bir bakalım dedik. Aslında Boğaziçi’nin kentin bünyesine katıldığı 17. yüzyıl başından itibaren eğlence ile de tanıştığını söyleyebiliriz. Bu tarihten önce kendi içine kapalı köy topluluklarını barındıran bölge, giderek İstanbul'un önemli bir sayfiyesi durumuna gelmiştir. 17. yüzyıl yazarlarından Eremya Çelebi Kömürcüyan, “Zenginler burada eğlenirler ve lâtif denizi temaşa ederler. Sahiller ise kâmilen türlü türlü ağaçlarla donanmış bahçe halinde olup bunlar çok müsaid seyran yerleridir. Çınar, defne, servi, şarap renkli lâl ırgavanlar (erguvan), daima yeşil kalan senavber ağaçları ve hiraman servilerle dolu olan bu çemenzarlar, vadiler ve kühistan sahra'lar, gerek insanlar ve gerek koyun sürüleri ve padişah mandraları için mebzul suya maliktir. Halk ilkbahardan Kasımın sonuna kadar, bu güzelliğine doyulmaz yerlere eğlenmeye gider."

Bu bol oksijenli sayfiye havasından bir adım daha ileri attığımızda,18. yüzyıldan itibaren Osmanlı şenliklerinin yavaş yavaş buralara kaydığını görürüz. Metin And, şenliklerin temel mekanları olarak Haliç, Kağıthane, Ok Meydanı ve Boğaziçi'ni sıralar. Bunlar arasında Boğaziçi en geç kullanılmasına rağmen, giderek önemi artan bir bölge olmuştu. Donanma alayları, fişek gösterileri burada yapılmaya başlanmıştır. Sultan 2.Mahmut'un kızı Saliha Sultan'ın düğünü için 1834 yılında yapılan şenliğe tanık olan bir yabancı, "Boğaziçi'nde gece donanmasında balina biçiminde gemilerin ağzından havai fişekler uçtuğunu, gemilerin üstünde yapma atların ve onların çektiği arabaların sanki su üstünde gittiklerini sanacak biçimde ustalıkla yapılmış olduklarını, büyük bir balık biçiminde yapılmış bir tasvirin kuyruğunun parladığını, gözlerinin alevler saçıp bilinmeyen bir denetimle yüzdüğünü" anlatmaktadır.

Biraz daha ilerleyelim. Sultan Abdülaziz'in saltanat yıllarında (1860-1876) Boğaziçi eğlencelerinin yeni bir kişilik kazandığını görürüz. Yeni eğlence biçimlerinin başında Boğaziçi'ndeki mehtap geceleri gelir. Bu geceleri anlatmaya kalkarsam, yerimize sığmayacağımız aşikar. Merak edenler Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları kitabına baksınlar lütfen. Aynı dönemde Boğaziçi'nde bazı önemli günlerde yapılan donanma şenlikleri de ön plana çıkmaya başladı. Özellikle padişahın tahta geçtiği günün yıldönümlerinde (cülûs) Boğaz'ın ışıklarla süslenmiş ve büyülü gecelerini gören seyyahlar, hâtıralarında bu Türk donanmalarına büyük bir yer ayırdılar. Bu anılarda, renk renk kandillerle yalılardan deniz üstüne, havaya korulara şekiller çizildiği, beyitler yazıldığı aktarılır.

2. Abdülhamit (1876-1909) döneminde de bu tür gece donanmaları yapılmaya devam edildi. Padişahın tahta çıktığı Rumî 19 Ağustos (1 Eylül) "Donanma Günü" olarak kutlanırdı. Bu günlerde İstanbul halkı sokağa dökülür; camiler, saraylar donatılır, şenlikler yapılır, eğlenceler tertip edilirdi. Prenses Mevhibe (1887-1952), ilkgençlik günlerinde tanık olduğu donanma gecelerini şöyle anlatıyor:
"Donanma günü yaklaşırken, Kandilli'de de hazırlıklara başlanırdı. Her şeyin güzelini ve iyisini seven babam [Prens Mehmet Celâlettin] donanmanın mükemmel ve eşsiz olması için çok itina ederdi. Sarayın bahçesi, rıhtım rengarenk fenerlerle bayraklarla süslenirdi. Korunun tam ortasındaki duvara muazzam harflerle, "Padişahım çok yaşa" cümlesi yazılırdı. O vakitler elektrik olmadığı için yazı, içerisinde mum yanan cam fenerlerle aydınlatılırdı. Yazı, karşı kıyıdan kolayca okunacak kadar büyüktü. Bahçenin bir köşesinde muzıkacılara yer hazırlanırdı. Muzıka Sultan Hamidin marşıyla başlar, herkes ayağa kalkardı. Gündüz rıhtıma çatanalar, muşlar yanaşırdı. Bunlara binip Boğaz'da gezmek için can atardık. Şayet Cemile Sultan'dan müsaade gelmişse, çatanalarla biraz dolaşırdık, amma bu pek ender olan bir işti. Gece, bütün Kandilli ve Çengelköy halkı, çoluklu çocuklu bahçeye dolardı. Gelenlere dondurma ve limonata ikram edilirdi. Donanma gecelerinde havaya atılan rengarenk havai fişekleri seyretmek en büyük zevkimdi. Rumeli ve Anadolu kıyısı ışıktan pırıl pırıl parlar, bu güzelliğe doyum olmazdı."

Ama 2. Abdülhamit'in saltanatının son zamanlarında Boğaziçi eğlence yaşamı canlılığını iyice yitirdi. Ünlü mehtap alemleri, hatta sandal gezintileri bile yapılamaz olmuştu. Bu konularda sıkı güvenlik önlemleri alınıyordu. Bahriye Nezaretine kurallara uymayanlara ilişkin tezkereler yazılırdı. Örneğin, bu tezkerelerden birinde: "Saat on ikiden sonra kayık ve sandalların işlemesi memnu olduğu halde hüviyetleri meçhul bazı İslâm ve Hıristiyanların kayık ve sandallara rakiben ve leylen saat beş ve altıya kadar Büyükdere limanında gezmekte ve şuraya buraya gitmekte oldukları haber alındığından bu gibi ahvale meydan verilmemesi," bildiriliyordu.

Cumhuriyet Boğaziçi’ne, biraz da Şirketi Hayriye’nin yardımıyla büyük bir canlılık getirdi. Plajlar, gazinolar, şenlikler birbirini takip etti. Bunlar arasında Deniz Kızı Eftalya ve Safiye Ayla’nın deniz üstünde verdikleri ve etraflarını saran vapurlardan seyredilen konserleri bir dönemin efsaneleri haline gelmiştir.

Geçen Pazartesi yapılan havai fişek gösterilerine gelince. Evet güzeldi ama milyonlarca lira harcanan bu tür gösterilere tamamen karşıyım. Zaten son zamanlarda düğünlerde bile atılmaya başlanan bu havai fişek modası iyice canımı sıkıyordu. Şimdi iş resmileşti, devlet eliyle yapılıyor. Ama onca para çok daha iyi projelere harcanamaz mıydı? Kimbilir kaç okul yapılırdı o parayla? Ya da sokak çocukları için barınaklar... Bütün eski filmleri digital formata aktabilirdik herhalde harcanan parayla... Ya da kaç arkeolojik kazının tamamlanması sağlanabilirdi... Bir gecede uçup gitmesi ne kazandırdı ki bize? Gösteri kalıcı bir gösteri olsa daha iyi olmaz mı?


Resim:
1720 şenliğinde sallar üzerinde yapılan havai fişek gösterileri (Kaynak: Metin And, 40 Gün 40 Gece, İstanbul 2000)

28 Ekim 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI


SONBAHAR YAZMAK

Teorik düzeyde de olsa mevsimler sürüyor. Yaz kış birbirine karıştı farkedeceğiniz gibi. İlkbaharı zaten tamamen unuttuk. Sonbaharı ise hayal edebiliyoruz. Evet diyoruz, bunlar dökülen yapraklar, demek mevsimlerden sonbahar... İşbu yazımızda, eskiden dört başı mamur yaşanan bir mevsim olan sonbahar hakkında yaptığımız küçük bir araştırmanın sonuçlarını aktaracağız. Hani sözlüklerde yer alan şu mevsimin aslı astarı nedir diye merak edenler vardır diye düşündüm. Daldım kitapların karmaşık koridorlarına...

Sonbaharı en güzel betimlemiş yazarımız tahmin edileceği gibi Mehmet Rauf’tur. Eylül romanının baş kahramanı Suat şöyle anlatır: “Eylül!... Birkaç gün hava ne kadar güzel olsa bu kadarcık fani güzelliğe bile minnettar olmak lâzım gelen bir ay, içine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, o güzel havaların, devamlı yazın artık nasıl geçmiş, sadece bir mazi olmuş olduğunu hissettiren bir esef ve hasret ayı... İşte artık ne bir çiçek, ne bir rayiha kalmış. Artık tahammül bile kalmamış; evvelden yağmur yağsa lâkayd kalırlardı, belki daha taravet, daha hayat gelirdi, şimdi... Şimdi ise yağmur, işte kış hepsini çürütüyor; her şey, evet her şey çürüyor. Rüzgâr insafsız, yağmur muannid, her şey çürüyor, oh, her şey çürüyor... O zaman eylül kendisine tabiatta ilk fütur ayı, faniliği ilk his ayı, ilk faydasız ve elim mücadele arzusu gibi, hayatın ne olduğunu anlayıp bihaber geçen güzel mazinin tahassürüyle ilk boynu bükülen ay gibi göründü. Ayaklarının altında çamurlanmış çürük yapraklara bakarak ‘evet, her şey çürüyor, demek biz de çürüyeceğiz’ diye düşündü.”

Boğaziçi konulu kitaplarıyla alanında erişilmez bir yere sahip olan Abdülhak Şinasi Hisar ise bize elbette Boğaziçi’nde sonbaharı anlatır. “Nihayet yazın bütün sıcakları eriyerek sonbaharın serin, rutubetli ve ayrılış acısı duymağa başlandığından içli günleri gelir. Bazan yağmurlu bazan yalnız sisli ve sanılır ki daha çok susan günler. Zaten bu sessizlik Boğaziçinin tadını veren şeylerden biri değil midir? Güya kıyılar, evler, dağlar, ağaçlar ve bütün manzaralar itikâfa varmış ve için için düşünmeğe koyulmuşlardır. Nasıl ki bir gülün önünde vücudundan kopmuş bir parçası bize onun dağıldığını gösterirse, sahilin ve yalıların önlerinde suya akseden gölgeleri de onların bu sulara dökülüşlerine ve dağılışlarına benzer. Belki her şey, sükûtla, ellerden uzak kalmış çalgı âletleri gibi, bize susmuş musikilerin seslerini hatırlatır. Boğaziçine bir iki mevsim için gelmiş olanlar dönerler. Vapurlar azalır, tenhalaşır, sessizlik koyulaşır, saatlerin ve renklerin dökülüşleri esrarlaşır.”

Refik Halit Karay ise “Sonbaharı Pek Severim” başlıklı yazısında öncelikle “lodos grupları”na dikkatimizi çeker. Bu lodos guruplarında “dünyanın en baygın ve uçucu veya en coşkun çılgın renklerini, sarmaş dolaş, altalta, üstüste, birbirlerine sokulup kucaklarında erirken, kızartır, buğulanırken, renkten renge girer, süzülüp serpilirken görebilirsiniz. Bakarsınız, göğün bir tarafına hafif dumanlı bir mürdüm eriği morluğu sürülmüştür; bu morluk gittikçe açılır, şekerci camekânlarında, elektrik ışığına tutulmuş kavanozlardaki reçeller gibi, âdeta, çekirdeklerini gösterecek kadar şeffaflaşır, ayrıca rayihalı bir şurup içinde yüzüyor hissini verir.” Yazarımız giderek sonbahar sevgisini iyice abartmaya ve herşeyde bir keramet bulmaya başlar. Kavun bu mevsimde ballanır, karpuz ise kibarlaşır der mesela. Ağaçların yapraklarını dökmelerinde ise şairlerin bulduğu hüznü ve ‘hazan’ı değil; çürümüş uzuvlarını döken ve diri bir yaşama hazırlanan bir doğayı görür. Kedilerin tüyleri parlamaya, köpekler de serinlemeye başlamışlardır. Ayrıca (belki de ona göre en önemlisi) sonbaharın oldukça kaba, dumanlı ve kendine has bir kokusu vardır: “Tavada cızırdayan palamut kokusu...” Tek başına bu yetmez mi, bir mevsimi bu denli sevmeye?

Sait Faik ise vapura Köprü’nün ortasında durarak İstanbul’un sonbaharını seyretmemizi önerir “Akşamüstü bazen köprünün ortasında durup Sultan Selim’in arkasındaki bulutlarda, kırmızı rengin oyunlarını seyrederken, bir sahra vahasında muazzam bir şehir, bir eski Bağdat, bulutlardaki deniz muharebesini seyrederdim. Tramvaylar o şehri taşır, vapurlar o bulutlar şehrinin muhariplerini götürür; biz, bu hakiki şehrin sakinleri, âdeta geçenler bile durmuş gibi olur, seyrederiz.”

Sonbaharı yazanlar arasından huzurunuza getireceğimiz son yazarımız Salâh Birsel olacak. Üstadın sonbaharın hangi ağacı ne kadar etkilediği, ayrıca bu ağacın İstanbul’un hangi köşesinde seyredileceği gibi inanılmaz ayrıntılarla dolu “Sonbahar Oyunları” adlı yazısını okuduktan sonra, botanik konusunda ne denli cahil olduğumuzu anlıyor, dehşete düşüyoruz. Bir iki satır alıntı: ‘”At kestaneleri nasıl sararıp solacaklarını pek bilmezler.” Çınarlar,”bütün yeşilliklerini soyunsalar da, insanlar onlar için ‘yapraklarını döktü’ diyemez.” Dişbudaklar “sonbahar şenliklerinden en son ayrılanlar”dır. “Sonbahara kundak sokanlar gerçekte ateşdikenleridir.” “Ben bu aylarda kırmızı kozalaklı tohumlar üreten manolyalara da pek değer gösteririm. Ağaçların çoğunun benzi atarken onlar pırıl pırıl yapraklarıyla takım kurarlar.”

İyisi mi, biz de Salâh Bey gibi yapalım, yazımızı Can Yücel’in bir şiiriyle noktalayalım. Sonbaharı eskilerin izinden giderek, sokak aralarında arayalım, yaşamın kendini yenileyişine tanık olalım. Şöyle yazmış Can Yücel:
Sararıp dökülmeden önce kızaran yapraklar ki onlar
Şan verdiler ortalığa bütün bir sonbahar
Mevsim dönüp de yeniden yeşermeğe başlayınca rüzgar
Çıplaklığında o atın yine onlar koşacaklar
O çocuklar
O yapraklar
O şarabi eşkiyalar
Onlar da olmasalar benim gayrı kimim var?

21 Ekim 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI



SÜREYYA OPERASI AÇILIYOR!

Bu cumartesi Kadıköy’de Süreyya Operası açılıyor. Yıllarca Süreyya Sineması adıyla hizmet veren yapı, Kadıköy Belediyesi tarafından Dârüşşafaka’dan kiralanıp restore edildi. Binanın adı Kadıköy'ün tarihinde önemli bir yeri olan Süreyya (İlmen) Paşa’dan gelmekte. Süreyya Paşa 1900 yılında Viyana'da seyrettiği operalardan çok etkilenip böyle bir salonu İstanbul’da da açmak sevdasına tutulmuştu. Bu hevesini 1923 yılına kadar gerçekleştiremez. O yıl başlayan inşaat üç yıl sürer. Süreyya'nın fuayesini Paris'in Şanzelize (Champs Elysee) tiyatrosundan örnek alarak yaptırır. İç bölümlerde ise Alman tiyatrolarını model alır. Yapının cephesi ve içi heykellerle süslenir. Paşa, parter tavanının ortasına bir daire içinde 'Tiyatro mektebi edebidir, musikî ruhun gıdasıdır" ve dört köşesine de "Geliniz, görünüz, anlayınız, ibret alınız" diye yazdırtır. Sonunda 6 Mart 1927 tarihinde açılış yapılır. İki kısımlık bir komedi filmi gösterildikten sonra, davetliler balo salonuna çıkarlar. Bu sırada sinemanın girişinde Ertuğrul Bahriye Mızıkası çeşitli havalar çalar. Balo salonunda ise davetlilere limonata ve pasta ikram edilir, ama dansa kalkan olmaz.

Bina açılmasına açılmıştır ama, sahnesi yoktur. Bu nedenle sinema olarak kullanılır. Paşanın kurdurduğu Süreyya Opereti bu nedenle temsillerini Hale Sineması’nda verir. Arada seyrek de olsa bazı gösteriler için Süreyya Sineması’nın kullanıldığını da görürüz. 1931 Ağustos’unda "Muhlis Sabahattin'in 20. Sanat Yıldönümü” şerefine “Fevkalâde Müsamere” düzenlenir meselâ... Ardından operet topluluğunun primadonnası (Gülriz Sururi’nin annesi) Suzan Lütfullah çok genç yaşta beklenmedik biçimde ölür. Süreyya Sineması’nda 29 Şubat 1932 tarihinde onun anısına bir “Suzan Gecesi” düzenlenir. Bugün Süreyya Sinemasının giriş holünde solda yer alan bu büst işte o gece sağlanan gelirle yaptırılmıştır.

Kısa bir süre sonra Süreyya Opereti yeniden toparlanır. Bu kez ekipte primadonna olarak Semiha Berksoy yer almaktadır. Grubun başında ise Lütfullah Sururi vardır. Müzik yönetmeni Karlo Kapoçelli’dir. Provalar sinemanın balo salonunda yapılır. Topluluğun bazı gösterileri Süreyya Sineması’nda sahnelenir, ama salon hala tiyatro için elverişli değildir. Salon sinema olarak kullanılmaya devam edilir.

Süreyya Paşa 1950 yılında, Süreyya Sineması’nı geliri ölünceye kadar kendisine ait olmak üzere Dârüşşafaka Cemiyeti’ne bırakır. Sinema, Süreyya İlmen’in ölümüne kadar Lale Film’in sahibi Cemil Filmer tarafından işletilir. Filmer anılarında bu konuda şunları söyler: “[1965 yılında] Paşa ölünce hanımı dava ederek, kızım işletecek diyerek kontratımı yenilemedi. İş durumu çok iyi idi, mahkeme uzadı, mal sahibi istediği için meseleyi uzatmadık ve kendilerine terketmek mecburiyetinde kaldık.” Bu tarihten sonra sinemayı önce Süreyya İlmen’in kızı, onun da ölümünden sonra torunu işletir.

Uzun yıllar balolar ve düğünlere ev sahipliği yapan balo salonu ise 1959 yılından başlayarak beş yıl boyunca İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun Kadıköy Sahnesi olarak kullanılır. Daha sonraki yıllarda burası bir konfeksiyon firmasına kiralanır, bütünüyle tahrip edilerek dikiş atölyesi haline getirilir. Bir zamanlar yazlık sinema olan yerde ise otopark inşa edilir. Geçen yıllar boyunca sinema eskir, bakım yapılamadığından eski güzelliğini kaybeder.

Kadıköy Belediyesi’nin basın bülteninde bundan sonraki gelişmeler şöyle anlatılıyor: “Geçtiğimiz yıl, Murat Katoğlu ve mimar Ersen Gürsel'in önerisiyle Süreyya Sineması'nın yeniden kültür sanat hayatına kazandırılması projesini benimseyen Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, binayı Darüşşafaka Cemiyeti'nden 49 yıllığına kiralayarak restorasyan talimatı verdi. 2006 yılına kadar sinema olarak kullanılan bina, bir yıl süren titiz bir çalışma sonunda Süreyya Paşa'nın amacına, ideallerine ve hatırasına uygun biçimde Opera Binası olarak adeta yeniden şantiyeye dönüştürüldü. Önce mekanik ve statik konular ele alındı. Deprem ve yangına karşı takviye ve önlemler gerçekleştirildi. Opera temsilleri için gerekli olan Süreyya İlmen Paşa'nın da dile getirdiği mekanlar düzenlendi, orkestra çukuru genişletildi. Sahne donanımı, aydınlatma, ışık sistemi ve ses düzeni yapıldı. Bütün dekoratif unsurlar elden geçirildi, temizlendi. Tavan freskleri, duvarlardaki pano resimler uzmanlar tarafından titizlikle ve usulünce onarıldı. Yapının cephesinde ve sahne portal çerçevesinde yer alan heykeltraş İhsan Özsoy'a ait kabartma heykeller olduğu gibi korunarak yenilendi. Koltuklar, halılar ve avizeler özel olarak yapıldı. Bina mimar Cafer Bozkurt tarafından hazırlanan röleve ve restorasyon projesine göre onarılıp yenilendi. Binanın mevcut olan bütün yapısal unsurları korunmuş, sağlıklaştırmayla yetinilmiştir. Tahrip olmuş dekoratif parçalar, tesbit edilen örneklerine göre tamamlanmıştır. İç ve dış cepheler aynen korunmuş, Süreyya Paşa'nın yaptıramadığını belirttiği sahne sanatları icrasi için zorunlu bölümler olan kulis, sanatçı odaları, teknik odalar asli yapıyı bozmadan zemin altına yerleştirilmiştir. Yapıda bulunmayan havalandırma sistemi de eski esere zarar vermeden kurulmuştur.” Basın bülteninde nedense sahne ve iç mimarinin restorasyonunu üstlenen Metin Deniz’in adı yer almıyor.

Süreyya Operası 27 Ekim tarihinde açılıyor. Haftanın üç günü İstanbul Devlet Opera ve Balesi burada temsiller verecek. Belediyenin halkla ilişkiler bölümünden öğrendiğime göre, salon adının çağrıştırdığı gibi sadece opera ve klasik müzik gösterileri için kullanılmayacak. Diğer sanatlara da açık olacak. Bunun sadece sözde kalmamasını dileyerek, bu hayırlı girişiminden dolayı Kadıköy Belediyesi’ni kutluyor, Süreyya Operası’na merhaba diyoruz...

19 Ekim 2007 Cuma

MÜZİK



GELECEK DAHA YAZILMADI

Joe Strummer’ı nasıl ve ne kadar tanırsınız?
a) Bir dönemin ünlü punk topluluğu Clash’ın lideri ve solistiydi.
b) Politik olarak hep solda oldu ve bunu yaşamının ekseni haline getirdi.
c) Babasının diplomat olarak görev yaptığı sırada Ankara’da doğdu (Roll dergisi bunu bütün röportajlarında soru haline getirdiği için ezberlemiş bile olabilirsiniz.)
d) Clash dağıldıktan sonra çok uzun süre sessiz kaldı ve yaşamının son yıllarında Mescaleros topluluğuyla birlikte iki albüm daha doldurdu.

Bütün bunlar doğru elbette. Ama bunların ötesinde Strummer’ı yeteri kadar tanıyor muyuz acaba? Bu soruya olumlu cevap veremiyorsak, karşımıza yeni bir fırsatı değerlendirme şansı çıktı. Film Ekimi programında yer alan Julien Temple’ın Joe Strummer’ı konu edinen yeni belgeseli “Future is Unwritten / Gelecek Daha Yazılmadı” tüm meraklarımızı giderecek nitelikte bir film...

Clash topluluğunun rock tarihine kazandırdıkları ayan beyan ortada elbete. Ama Joe Strummer’ın bu tarih içinde özel bir var. Onu diğer punk ikonlarından ayıran temel özellik, ikon olmaktan özenle kaçınmasıydı. Türkiye’de Strummer’ın tanınmasında büyük katkıları olan Roll dergisinin editörü Derya Bengi, onu “doğrucu Davut” olarak adlandırır. Gerçekten de Clash’ın zirvede olduğu bir noktada, “artık yapacak bir şeyimiz yok “diye köşesine çekilen Strummer her zaman samimi ve doğru bir karakter olarak karşımıza çıktı. Kendisiyle yapılan söyleşileri okuduğunuzda, gerek Clash dönemine bakışında, gerekse dünya üzerinde yer alışında, inanılmaz bir tevazu ile karşılaşırız. Bono “Clash’tan sonra rock’n’Roll artık sadece gösteri sanatı olarak kalamaz” dediğinde haklıdır. Ama Strummer bu dönemi anlatırken, aslında olayların içinde gerçek bir figür olarak yer alamadıklarını da itiraf eder.

Joe Strummer 2002 yılında beklenmedik şekilde ölünce, müzik dünyası içinde, belki de hiç istemediği ölçüde, gerçek bir efsane olarak yerini aldı. Clash ve Joe Strummer’ın mirası yeni nesiller tarafından daha fazla tanınmaya başladı. Müzik dergilerinde özel bölümler ve albümlerin yeni basımları bu efsaneyi besledi. “London Calling” albümü 25. yıldönümünde daha önce basılmayan kayıtlar ve DVD ekiyle yeniden yayınlandı. Geçen yıl Clash’ın tüm single’larının yeni bir kutu halinde bir araya getirilmesi hayranlarını sevindirdi. Ama yönetmen Julien Temple’ın Joe Strummer’ı anlattığı belgesel, tüm bu çabaların ötesinde bir değer taşıyor...

Julien Temple punk akımının tarihini belgesellerle yazmaya çalışan bir yönetmen... İlk filmi “Number One” ve ardından gelen “The Great Rock’n’Roll Swindle” başta Sex Pistols olmak üzere punk hareketinin kökenlerini araştırıyordu. Kariyeri rock belgeselleri ve video klipleriyle dolu olan Temple’ın ilk konulu filmi Mickey Rourke ve Tupac Shakur’un rol aldıkları 1996 tarihli “Bullet” oldu. 2000 yılında yine bir Sex Pistols belgeseli olan “The Filth and The Fury”i çekti (ki bunu bir yıl sonra İstanbul Film Festivali’nde izledik). Ardından ünlü rock festivali “Glastonbury”i konu edinen bir belgesel geldi ( o da bu yılın İF programında yer almıştı).

Julien Temple’ın yeni gösterime giren “Future is Unwritten/ Gelecek Daha Yazılmadı” adlı iki saatlik filmi, Strummer’ın mirasına karşı tam bir saygı duruşu niteliğinde. Kahramanını yüceltmeden, ama kişiliğini de eksiksiz biçimde vermeye çalışarak önemli bir görev üstleniyor. Bunu sadece niyette de bırakmıyor. Doğru bir müzik belgeseli nasıl yapılır konulu bir ders adeta. Strummer’ın çocukluğuna ilişkin filmler dahil olmak üzere, tüm yaşamının hareketli görüntüleri titizlikle elden geçirilmiş; müzik yaşamındaki ortaklıkları, arkadaşları ve onun müziğinden etkilenen ünlü, ünsüz bir çok tanıkla görüşmeler yapılmış (Bono, Johnny Depp, Steve Buscemi, John Cusack, Martin Scorsese ve Matt Dillon gibi). Strummer’ın çizimlerinden hareket ederek, animasyonlar üretilmiş. Söyleşiler, yönetmenin Londra ve New York’ta hazırladığı ve Strummer’ın ütopik bir takıntısı olan “kamp ateşleri” etrafında yapılmış.

Bu ayın Roll dergisinde yer alan söyleşide yönetmen Julien Temple, Joe Strummer’ı şöyle anlatır: “”Yaktığı kamp ateşleri hippi tarafıyla punk tarafını buluşturma, o ikisinden bir bileşim yaratma biçimiydi. Kişiliğinin bu iki veçhesini reddetmezdi. Joe Strummer olmayı severdi. Joe Strummer olmaktan gurur duyardı. Ve insanlar üzerinde sihirli bir etkisi olduğunu bilirdi. Fakat öğreten adamlık taslamazdı, ahkâm kesmezdi. Tek başına bir şey yapamayacağını biliyordu. Başkalarına ihtiyacı vardı, birlikte şarkı yazabileceği insanlara.”

Joe Strummer’dan öğreneceğimiz çok şey var... Ona tanımak dünya üzerinde yalnızlığımızı azaltıyor. Geleceğe olan inancımızı güçlendiriyor. Unutmayalım ki, gelecek daha yazılmadı.

11 Ekim 2007 Perşembe

PAZAR YAZILARI



2.
ÇOK ŞEKERLİ BİR YAZI

Ramazan Bayramı ne zaman Şeker Bayramı adını aldı? Bu sorunun cevabını bulamadım. Osmanlı döneminde bayramın adı Ramazan, Cumhuriyet döneminde ise Şeker olarak geçiyor. Tamam, bayram ile şeker arasında nesnel bir ilişki var. Ama bu ilişkiyi başlığa kim, ne zaman, nasıl taşıdı?

Soruyu cevaplamadan bir kenara bırakıp, bayramın şekerle ilişkisi üzerinden yürüyelim. Osmanlı döneminde Ramazan bayramı hazırlıklarının önemli bir bölümü ağız tadımızla ilişkiliydi. Konaklarda aşçılar özel olarak un kurabiyesi, un helvası yapar, özel tepsilerle hareme yollarlardı. Varlıklı aileler eşe dosta süslü sepetler içinde renkli şekerler gönderir, hal hatır sorarlardı. Bayramlaşma merasiminde ise misafirlere gümüş tepsiler içinde lokum, badem ezmesi, miskli akide şekeri ve akla gelebilecek her tür şeker ikram edilirdi. Bayram boyunca şeker önemini hep korurdu. Kahve yanında şeker konur, üstüne şerbet içilirdi.

Memleket şeker tarihi

Ama daha eskilere uzandığımızda, şekerin bu kadar ortalarda gözükmediğini farkederiz. Çünkü on dokuzuncu yüzyıla kadar şeker çok pahalı bir maddeydi. Tatlı ve şekerlerin yapımında bal ve üzüm şerbeti kullanılırdı. Örneğin Saray’ın 1720 yılında yaptığı bir sünnet töreni kayıtlarından, baklavalar için tam 12.088 kilo bal kullanıldığını öğreniyoruz. Bu tür törenlerde ham şeker sadece büyük tasvirlerin yapımında kullanılıyordu. Tören boyunca taşınan bu tasvirler kuş, balık, çiçek bahçesi ya da bir çiçek ağacı görünümündeki “nahıl”lardan oluşurdu.

Hazır şenlik geçidine girmişken, yürüşe katılan tatlıcı ve şekerci esnafını, kısaca da olsa sıralayalım. Şerbetçiler/ Gülabcılar (gügl suyu yapanlar)/ Kadayıfçılar/ Lokmacılar/ Gözlemeciler/ Güladşenciler (İran işi bir hamur tatlısı)/ Tuzlacılar/ Hoşapçılar (yani hoşafçılar)/ Bademciler/ Paludeciler/ Sıcak şerbetçiler/ Bademli pasta satıcıları/ Salepçiler/ Muhallebiciler/ Hurmacılar/ Saray şekercileri/ Dükkan helvacıları/ Seyyar helvacılar/ Gül şekercileri/ Galat şekercileri...

Aslında şeker adı çok geçmesine rağmen, bu ürünlerde bildiğimiz alamda şeker pek kullanılmazdı. Çünkü şeker kamışından elde edilen ham şeker yurt dışından getirilirdi ve çok pahalıydı. Sıradan halk ise bu şekeri pek bilmezdi. Onlar tatlı gereksinimlerini bal, pekmez, kuru meyve gibi maddelerle giderirlerdi. Şeker dedin mi ilaç anlaşılırdı. Öksürük şekeri, nöbet şekeri, lohusa şekeri gibi... Ama bu tatlı geleneğimizin zayıf olduğu anlamına gelmesin. Tam aksine... Ulunay bir yazısında, yaşamımızda tatlının yerinin ne denli güçlü olduğunu şöyle vurgular: “Düğün yaparız, tatlı yeriz; mevlid okuturuz, şeker yeriz; lohusa olur, baharlı sıcak şerbetler içeriz; eş dost toplanıp yarenlik edelim desek mutlaka bunu ‘helva sohbeti’ olarak yaparız. Cenaze olur, lokma dökeriz; eskiden seyir yerlerinde çocuklarımızın elinden horoz şekeri, elma şekeri düşmezdi; macuncu tepsisinin, muhallebici tablasının, kuş lokumcunun etrafı daima kalabalıktı.”

Üstad bir başka yazısında ise, artık ne kadar abartıyor bilmiyorum, Hüseyin Usta’nın “deve boğan” namile tanınan meşhur akidelerinden söz eder. “Cep saati büyüklüğünde ve yassılığında olan bu akidelerin üstünde ‘Amel-i-Hüseyin Usta’ diye bir de mühür vardı,” diye de ekler. Ulunay’ın yalancısıyım...

İlk şeker fabrikasını kim kurdu?

Bugünkü anlamda şeker yani sakkaroz imaline ise ancak 18. yüzyılda Avrupa’da kurulan şeker rafinelerinde başlandı. Şekerciliğin yeni bir atılıma geçişi ise bunun ardından gelir.
Reşad Enis bir yazısında, Türkiyenin ilk şeker fabrikasını kurmak için girişimde bulunan kişinin Arnavutköylü Dimitri Efendi olduğunu söyler. Fabrikanın açılıp açılmadığını bilmiyor, ama istida ve ona verilen cevap elinde olduğundan, iznin hangi koşullarda verildiğini bizlere aktarıyor. Yıl ise1840.
- Fabrika Payitaht’ın ve surların haricinde, kendisine gösterilecek mahalde Dimitri tarafından inşa edilecek.
- Memlekette yetişen pancar şeker imaline elverişli görülmediğinden, hariçten pancar tohumu getirmesine müsaade edilecek.
- Tohumu Rumeli ve Anadolu’da istediği mahallerde kiralayacağı veya satın alacağı tarlalarda ekecek, pancarın öşürünü verecek.
- Fabrikada bir kaç muallimden başka bütün amele Türk tebaasından olacak.
- Dimitri, şeker imalini ve pancar siraatini, tayin edilecek iki müslime öğretecek.

Hacı Bekir’in hakkını verelim

Osmanlı dönemi şekerciliği ile bugün arasındaki ilişkiyi en somut görebileceğimiz kuruluş, elbette ki Hacı Bekir müessesesidir. Kurumun başlangıcı 1777’e kadar uzanır. Bu tarihte Bekir Efendi Kastamonu’nun Araç ilçesinden İstanbul’a gelip şekerciliği meslek edinir ve Bahçekapı’da dükkanını açar. Bu Araçlılık meselesinin biraz üstüne gidelim bakalım...

Bahçekapı’da dükkanını açan Hacı Bekir, dükkanında memleketi Araç’tan getirdiği hemşehrilerini çırak olarak kullanmaya başlamış. Meslekte ustalaşan Araçlı şekerciler, daha sonra ayrı dükkanlar da açmışlar ve onlar da yanlarına memleketlilerini almışlar doğal olarak. Böylece Hacı Bekir’den başlayan bir gelenekle, Araçlıların “memleket mesleği” şekercilik olmuş.

Araçlıların şekerciliği 1936 yılında Tan gazetesinde yapılan bir röportajda ayrıntılarıyla açıklanıyor. Salâhaddin Güngör, büyük ihtimalle Hacı Bekir dükkanında çalışan bir tezgâhtara “Şekerciliği köyünüzde mi öğrendiniz,” diye sorunca, şu cevabı alıyor:
“Yok... İstanbulda öğreniriz. Şekercilik, bizde babadan oğula geçer, zanaattir. İstanbulda ihtiyar bir şekerci öldü mü, hemen köydeki delikanlı oğluna haber salarlar. O da, cebine üç beş kuruş harçlık koyarak İstanbula gelir. Tahtakalede Rüstem Paşa camii yakınında bir kahve vardır, Abdullah Çavuşun kahvesi derler. Acemi şekerci, doğruca oraya gelir. Şekerci hemşerilerle buluşur. Nerelerde ne iş olduğunu, onlar bilirler, acemiyi alıp tanıdıkları şekerciye götürürler. İş bulabilirse, ne âlâ... Hemence kapılanır. Bulamazsa, kahveyi öğrendi ya, gider gelir gayrı... Bir yerde hizmet çıkıncaya kadar... Ama bizim Araçlılar, hemşerilerini bakıp gözetirler. Aralarındaki muhtaçlara yardım ederler.”

Köyden gelen acemi şekerci işe nasıl başlar peki? Yine adı meçhul tezgâhtarımız anlatıyor: “İlkin gel git... Ayak hizmetleri verirler. Beş altı sene, çırak olarak çalışır. Odan sonra, kalfa peştemalını kuşanarak, akide kazanının başına geçer. Akideyi kesip, pişirmesini, iyice öğrendi mi, badem şekeri yapmaya başlar. Daha sonra da lokumcu olur.”

Yeri gelmişken malukatfuruşluk yapalım. Lokuma başlarda “lât-i-lokum” denirdi ve bu da “Boğazın rahatı” anlamına gelen “râhat-ül-hulkûm” sözcüğünden türemişti. Hatta Ulunay onun da çeşitleri olduğundan söz eder. Yumuşaklığından kinaye, “cânan döşeği” diye bir lokum bile varmış meselâ!

Araç”lıların şerecliği bugün de sürüyor. Kasabada Hacı Bekir müessesine bir şekilde bulaşmamış kimse bulmak zor. Her yıl Haziran ayı sonunda “Şekercilik-Pastacılık Yayla Şenlikleri” yapılıyor.

Kara Kemal Bey ve tahin helvası

Tamam, Hacı Bekir müessesesi, kurucusu olan Hacı Bekir’in zamanında da pek namlıymış. Hatta Saray’ın şekercibaşısı olma sorumluluğunu bile üstlenmiş. Avrupa’ya giden Saray hediyelerinde ve uluslararası sergilerde Hacı Bekir’in şekerleri ve lokumları mutlaka yer alırmış. Ama en büyük atılım onun torunu Ali Muhiddin Hacı Bekir zamanında yapılmıştır. Henüz on yaşındayken, 1904 yılında müessesenin başına geçen Muhiddin bey, daha sonraki yıllarda çapkınlıklarıyla da pek meşhur olacaktır. Ama bu bambaşka bir yazının konusu olduğundan şimdilik bir kenara bırakalım.

Ali Muhiddin Hacı Bekir döneminde (ki altmış yılı aşkın bir süredir), Hacı Bekir’in en başta ürünleri çeşitlendi. Üç çeşit akide ve bir o kadar lokum varken, çeşitler onların üzerine çıkmaya başladı. Mağazalarda şerbet de satılır oldu. Ardından daha alafranga ürünler, çikolata, karamela, pastalar rafları süslemeye başladı. Bu dönemde mağazalara giren bir diğer tatlı da bildiğimiz tahin helvasıdır. Ama onun hikayesi pek ilginç. Bırakalım, Ali Muhiddin Hacı Bekir anlatsın:
“İstanbul’da şekercilerin tahin helvası yapmak âdeti yoktu.
Bu suretle helva bir türlü birinci plana gelemiyordu. Balkan harbinden sonra, Edirne’den gelen bir Musevi Babıâli’de bir helvacı dükkanı açarak, helvayı adeta inhisarına aldı. Çünkü zaman kadar mevcut olan bütün helvacılar kenarda köşede, sönük bir vaziyette iş görürlerken, şehrin göbeğinde, en kalabalık yerinde açılan bu küçük dükkan, helvayı birinci plana getirerek, bütün helvacılara müthiş bir rekabet yapmaya başlamıştı. Bunun üzerine, beni İttihat ve Terakki Merkezi Umumisine çağırdılar. Gittim. Kara Kemal Bey; ‘Arkadaşlarla görüştük. Bizim milli sanatımız olan bu helvanın, Edirne’de çarpışırken bize ihanet eden bu mahlûkun eline geçmesine müteessiriz. Bu vaziyet karşısında milî hislerimiz rencide oluyor. Baksana, herif geldi, şurada küçük bir dükkan açtı, bütün helvacılara duman attırıyor. Bizimkilerde ise, rekabet edecek kafa yok. Binaenaleyh senden derhal helva imaline başlamanı istiyoruz. Her hususta sana müzahiriz [hizmete hazırız],’ dedi. Bunun üzerine ben de helva yapmaya başladım. Bugün, şeker kadar helva da satıyorum.”

Ya işte böyle... Artık Hacı Bekir’den helva alırken, arkasındaki milliyetçi tarihi de düşünmek zorunda kalacağız... Fazla bilgi insanın bazen keyfini kaçırıyor...

Türk kadınının tatlı kitabı

Cumhuriyetin ilk dönemleri şekerci dükkanlarında akideler, loklamalar ve elbette ki helvalar sergilenirken, gazete ve dergilerde de şekerden pek övgü ile söz edildiğini görürüz.
Doktorlar da şekerin en elzem ve en sağlıklı besin olduğunu buyururlar. Bunun asıl nedeni elbette yurdun dört bir köşesinde pıtrak gibi şeker fabrikalarının kuruluşudur. Şeker Fabrikalarının 1939 yılında yayınladığı Türk Kadının Tatlı Kitabı, Türk kadınının nasıl sadece “tatlı dilli ve güler yüzlü” değil aynı zamanda “yuvasının şen ve dinç kalması için” tatlılar yapan bir hamfendi olduğunu anlatarak söze girer. Ardından şekerin faydalarını, bugünkü bilgilerimiz açısından biraz tehlikeli biçimde abartarak devam eder:
“Şeker yemiyenlerin skorpit denilen ve insanı çirkinleştiren bir hastalığa tutulmaları; hareket, canlılık ve neşe kabiliyetlerini kaybetmeleri; insan makinesinin kömürü mahiyetinde olan bu cevherin yaşamamız için yalnız maddi zaruretini ve faydasını değil, aynı zamanda onun manevi varlığımız, neşemiz, sevgimiz ve güzelliğimiz için ne mühim bir kaynak olduğunu da ispat eder.”

İşin ironik yanı, bu kitabın yayınlanmasının ardından savaş yıllarını yaşayacak ve şeker sıkıntısı çekecek olmamızdır. Örneğin Refi’ Cevad Ulunay, Mizah dergisindeki bir yazısına “Şekersiz Bayram” başlığını atar ve şöyle devam eder:
“Nihayet bunu da gördük. Demek şekersiz bayram da olurmuş. Bundan olacak, artık güler yüz, tatlı söz kalmadı. Sanki şeker satan dükkancıların suratları sirke satıyor. Hakları yok mu? Şekersiz şekerci dükkanına müşteri değil, sinekler bile uğramaz.”

Savaş yıllarının ardından, giderek yükselen bir hızla, şeker ve şekerli ürünler yeniden baş tacımız oldu. Bugünlerde bu konu artık bir ifrat noktasına ulaştı. Gün geçmiyor ki, yeni bir şekerli ürün piyasaya sürülmesin. Alternatif tıp bu konuda bizi uyarıyor, ama pek kulak asan yok galiba. Ama pardon... Bayram günü, muhalif olmayalım, şekeri tartışmayalım diyorum kendi kendime, ama yine de kendimi alamıyorum... Şekeri ağzımıza atalım ve bayramımızı kutlayalım...

7 Ekim 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI




Pazar yazıları 1

YAŞASIN DUENDE!

Duende sözcüğüyle ilk kez eski bir Yeni Dergi’de karşılaşmıştım. Federico Garcia Lorca’nın verdiği “Duende Kuramı” başlıklı bir konferans metniydi bu. Sonra bir arkadaşım bunu alıp geriye getirmedi. Ama ben kavramın peşine düşmüştüm bir kere. Sahaflarda gördüğüm her Yeni Dergi koleksiyonunu taradım, ama ne çare ki yazıyı bir daha bulamadım işte... Sonra geçen ay Yapı Kredi Yayınları’ndan yayınlanan Federico García Lorca: Profil adlı kitapta, bu konferansın Roza Hakmen tarafından orijinal metninden yapılan çevirisini görünce çok sevindim.

Lorca, İspanya’nın “Guadalfeo, Sil ve Pisuerga ırmakları arasında kalan boğa postu biçimindeki topraklarda nereye gitseniz, “Bunda duende var,” ifadesini sık sık işiteceğimizi” söyler. Örneğin Andalucia’lı büyük sanatçı Manuel Torres’in, şarkı söyleyen birine, “Sende ses var, usul de biliyorsun, ama asla başarılı olamazsın, çünkü sende duende yok,” dediğinden söz eder.

Duende’yi bilen, sanatçının bu yetiyi taşıyıp taşımadığını hemen içgüdüleriyle anlar.
Duende gerçeküstü bir kavramdır. Folklora göre kimi evlerde yaşadığı söylenen, gürültü ve karışıklığa yol açan cindir. İspanyol halk masallarında yaşlı ya da çocuk görünümünde ortaya çıkar. Hani bizim kültürümüzde adı “ecinni”dir filan diyeceğim ama, hem sanatsal bir yüklem taşımadığından, hem de lüzumsuz yerelleştirme olacak diye vazgeçiyorum. En iyisi sözü yine Lorca’ya bırakmak:
“Bu karanlık sesler, hepimizin bildiği, kimsenin çözemediği ve sanatın özünü barındıran çamura gömülü muammadır, köktür. Halktan bir İspanyol’un ifadesi olan ‘karanlık sesler’den, Paganini bağlamında duende’yi tarif eden Goethe de söz etmiştir: ‘Herkesin hissettiği, hiçbir filozofun açıklayamadığı esrarengiz güç.’
Kısacası, duende çaba değil, güçtür; düşünce değil, kavgadır. Yaşlı bir gitar ustası, ‘Duende gırtlakta bulunmaz; ayak tabanlarından yukarıya doğru, içeriden yükselir’ demişti. Yani duende yeti değil, hakiki ve canlı bir üsluptur; kişinin kanında mevcuttur; çok köklü bir kültürden ve aynı zamanda yaratı eyleminden kaynaklanır.
Bu ‘herkesin hissettiği, hiçbir filozofun açıklayamadığı esrarengiz güç’, özetle, toprağın ruhudur, onu dışsal biçimlerde, Rialto köprüsünde veya Bizet’nin müziğinde arayan, peşinde nafile koştuğu duende’nin Yunan ayinlerinden Cádiz’in dansçılarına, Silverio’nun siguiriya’larındaki çılgınca, boğazlanırcasına çığlıklara geçtiğini bilmeyen Nietzsche’nin yüreğini dağlayan duende’dir.”

Duende, Lorca’nın yukarda örneklediği biçimde daha çok flamenko ve çingene sanatçıların icralarında kendini gösterir. Ama yine onun konferansından yapacağım aşağıdaki alıntıda da görülebileceği gibi, duendeyi başka müzikal formlar içinde de arayabiliriz. Şöyle anlatır Lorca: ”Çingene dansçı La Malena, Brailovski’den Bach’ın bir eserini dinlediğinde, ‘Ole! İşte bunda duende var!’ demiş, ama Gluck’tan, Brahms’tan ve Darius Milhaud’dan sıkılmıştı. Hayatımda tanıdığım doğuştan en kültürlü kişi olan Manuel Torres ise, Cennetü’l-Ârif Noktürnü’nü bizzat Falla’dan dinlediğinde müthiş bir yorumda bulunmuştu: ‘İçinde karanlık sesler olan her şeyde duende vardır.’ Bundan daha doğru bir cümle olamaz.”

Konferansın bününü aktarmaya niyetim yok. Ben, “duende” ile yaşadığım bireysel maceradan örnekler vermeye çalışıyorum. Kavrama, Lorca’dan sonra John Berger’de de rastladım. Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı adlı kitabında, Picasso’nun duendeye sahip bir sanatçı olduğunu ileri sürüyordu. Lorca’nın konferans metni, bunu yazıyı okuduğumda elimde yoktu. Bu nedenle kavramı müzikten resme taşımanın ne denli doğru olduğu konusunda kuşkuluydum. Ama şimdi yeniden Lorca’ya bakıyor ve onun “duende”yi müzik alanının dışındaki sanatçılarda da bulabildiğini anlıyorum. Örneğin El Greco, Goya gibi ressamlarda, Mossèn Cinto Verdaguer , Arthur Rimbaud ve Jorge Manrique gibi şairlerde duende olduğunu söylüyor. Biraz ilerde ise duende’yi hangi sanatlarda aramak gerektiğini açıklıyor: “Duende bütün sanatlarda bulunabilir, ama doğal olarak en geniş hareket alanını müzikte, dansta ve sözlü şiirde bulur; çünkü bu sanatları icra edecek canlı bir beden gereklidir, çünkü bunlar sürekli olarak doğup ölen biçimlerdir ve kesin bir şimdiki zaman temelinde biçimlenirler.”

Aslında bu son açıklamadan da anlaşılabileceği gibi, duende esas olarak canlı bir icrada karşımıza çıkabilir. Müzikte, dansta örneğin. Eski blues sanatçılarının, yerel bir saz şairinin, kendini müziğe kaptırıp danseden bir dervişin toprağın derinliklerinden gelen bir güç ve esinle dolu olduğu zamanlar vardır. Bizi kendi içine çeken, heyecanlandıran ve duygulandıran bir şeydir bu. Her zaman karşımıza çıkmaz. Hatta çok az çıkar... Canlı icralar dışında müzikte duende aramak mümkün, ama biraz daha hoşgörülü olarak. Plaklarda, CD’lerde dinlediğimiz müzik ne de olsa bir kayıttır. Karşımızda sanatçı durmamaktadır doğal olarak. Ama ben yine de, “duende” kavramını, çok fazla sevdiğim şarkıcıların, neden diğerlerinden farklı olduklarını anlamak için kullanmaya çalışırım hep. Evet belki yüzlerce sevdiğim şarkıcı vardır, ama bunlardan ancak küçük bir bölümü beni yüreğimden yakalar. Bunlar, şarkılarını bambaşka bir gücü kullanarak söyleyenlerdir. Belki de sahip oldukları bu güç “duende”dir... Böylece bana göre “duende”li şarkıcılar listesi yapmaya başladım. Bu listenin tümünü yayınlamaya yerim yetmez. Ama en tartışılmaz olan bir kaç ismi burada sizinle paylaşayım: Nina Simone, Jeff Buckley ve geçenlerde İstanbul’da bir konser veren Antony... Gerisini sizin tahmininize bırakıyorum.

Yazımı yine Lorca ile bitireyim. Şöyle diyor büyük şair: “Duende düşünce, ses ya da hareketle, çukurun başında yaradanla serbestçe çarpışmaktan hoşlanır. Melekle ilham perisi kemanlar eşliğinde, vakitlice sıvışırlar, duende yaralar; bir insanın eserindeki yenilik, yaratıcılık, asla kapanmayan bu yaranın tedavisinden kaynaklanır.” Öyleyse yaşasın duende!

6 Ekim 2007 Cumartesi

ARŞİVDEN SEÇMELER

İCLAL AR
KIZIL SAÇLI SOPRANO

Az önce bir telefon aldım. İnsanlar Alemi kitabında yaşamını anlattığım İclal Ar ölmüş. 3 Ekim günü de gömülmüş. Google'daki haberlere baktım. Kimi 103, kimi de 95 yaşında öldüğünü yazıyor. Bilemem, bana ona hiç yaşını sormadım ki... Merak ederseniz yazımı okuyabilirsiniz.



Uluslararası üne sahip sopranomuz Leyla Gencer, 1988 Mayıs ayında Atatürk Kültür Merkezi'nde İstanbul Devlet Operası sanatçılarıyla Rossini'nin eserleri üstüne bir seminer çalışması yapıyordu. Ara verdikleri an, Leyla Gencer, salonda çalışmayı seyredenler arasında orta yaşını geçmiş, ama hâlâ güzel ve dinç bir bayanı farketti. Hemen yanına gitti, birbirlerine sarıldılar. Sonra birlikte çalıştığı sanatçılara dönüp : "Sizlere İclal Ar'ı tanıştırmak istiyorum," dedi. "Kendisi eski sopranolarımızdandır. Ama benim için çok farklı bir önem taşır. Çünkü İclal hanımın ailesi, benim müzikle tanışmamın, kendimi yetiştirmemin en önemli zemini olmuştur. Kendilerinden çok destek gördüm." Leyla Gencer'in bu açıklaması birden dikkatleri İclal Ar üzerine toplar. Kimdi bu İclal Ar?

İclal Ar’la bu olayıı takibeden yıllarda tanıştık. Ferhan Şensoy Ses Tiyatrosu’nu restore etmiş, İstanbul Belediyesi de bir multivizyon hazırlanması için benimle ilişki kurmuştu. Bu mekanda kimler oynadı, çalıştı diye araştırırken, 1930’lu yıllarda Şehir Tiyatrosu’nun dekorlarını yapmış olan Vedat Ar’la görüşme yapmak istedim. Röportaj için evine gittiğimde eşi İclal hanım da, günlük jimnastik çalışmasını yapmak için spor salonuna gidiyordu. Vedat beye laf arasında sordum. 1930'lu yıllarda İpek Film Stüdyosu'nda montajcı olarak çalışırken tanışıp evlendiklerini söyleyince ilgim iyice arttı. Aradan 15 yıla yakın süre geçti. Ar çiftiyle ilişkim hiç kopmadı. Vedat Ar’ın bana hediye ettiği “ex libris”li kitaplar kütüphanemin en değerli köşesini oluşturuyor. Onu bir kaç yıl önce kaybettik. İclal Ar ise her dönem olduğu gibi, yaşama sıkı sıkıya bağlı. Şu sıralar fotoğraf çekmeye meraklı. Sergiler bile açıyor… Artık onu tanımaya başlamanızın zamanı geldi.

Müziği Yaşayan bir aile

İclal Ar, müziği yaşamlarına sindirmiş bir aile çevresinden geliyor. Annesinin babaevi gerçek bir sanat mekanıydı. Kılıççı Osman Bey yıllar önce Selanik'ten gelip İstanbul'a yerleşmiş bir tüccardı. Anne Havva hanım bu kalabalık ailenin temel direğiydi. O zamanın ölçülerine göre oldukça modern bir ailedir Kılıççılar. Sayısı oldukça fazla olan kızkardeşlerin hemen hemen tümü müzikle uğraşır. En büyük kardeş Besime hanım çok iyi keman çalar. O kadar ki, dönemin ünlü bir bonmarşesi, fonograf kovanlarına keman taksimi doldurması için bir altın teklif etmiştir. Plakların keşfedilmediği bir dönemin ürünü olan bu kovanlar tek tek doldurulup satılırdı. Besime hanımın bu teklifi kabul ettiğini ve İstanbul’un birçok konağında keman taksimlerinin zevkle dinlendiğini biliyoruz. Besime'den sonra gelen kızkardeş Rabia Afet hanım (ki İclal Ar'ın annesi olacaktır) alaturkaya meraklıydı ve ut çalardı. Neyyire ve Lebibe adlı ve aralarında sadece bir yaş bulunan diğer iki kızkardeş ise sesleriyle tüm tanıdık çevrelerde haklı bir ün kazanmışlardı. Bunları yıllar sonra "Lale ve Nergis hanımlar" takma adıyla gramofon yıldızları olarak dinleyecektik. Daha ufak kardeşleri ise ablalarının yolundan yürüyecek, gerçek adıyla, Belkıs hanım olarak plaklar dolduracak, radyo konserleri verecektir.

Musiki suarelerinden film stüdyosuna

İclal Ar; Rabia Afet hanımla Edip Kalyoncu beyin çocukları olarak böyle bir müzik ortamında dünyaya gelir. Çocukluğu şarkılar ve türküler söylenen bir ortamda geçer. Her hafta büyük dayısı Münir Gencer'in (oğlu İbrahim Gencer, Leyla Gencer'in eşi olacaktır) evinde yapılan müzik toplantılarına annesiyle birlikte giderler. Burada tüm kardeşler bir araya gelir ve "musiki suareleri"nin tadına varırlar.

Kalyoncu ailesi Şişli'de bir apartman dairesinde oturmaktadır. İclal on, onbir yaşlarındayken ilginç bir olay yaşanır. Kapıkomşularının ahbapları olan bir Macar karıkoca, her yıl İstanbul'a gelmektedir. Kücük İclal'ın içindeki sanatçı kişiliği ilk keşfeden bu Macar aile olur. İclal'in anne ve babasına, "Kızınız çok yetenekli, güzel bir sesi var. Ayrıca çok güzel bir kız da olacak. Onu bize verin, Peşte'ye götürelim, bir sanat okuluna yerleştirip yetiştirelim. Yetiştikten sonra size iade ederiz," derler. Edip bey daha aydın olduğu için razı olur ama Afet hanım aynı kanıda değildir. Teklifi duyar duymaz düşüp bayılır. "Ben kızım olmadan ne yaparım!" der de başka bir şey demez! Peşte hayalleri böylece doğmadan toprağa gömülür.

İclal'in Nişantaşı Ortaokulu bitirmesi, ailesi tarafından o zamanın ölçülerine göre, yeterli bir eğitim olarak kabul edilir. Ama artık bir genç kız olmuştur. Edip bey, kızının evde sıkıldığını farkederek onu yeni açılan İpek Film Stüdyosu'na yerleştirir. İclal'in teyzesi Neyyire hanımın eşi Naci İpekçi'dir. İclal, bu nedenle İpek Film Stüdyosu'nda yakın bir aile ortamı ile karşılaşır. İşe başladığı gün onu stüdyonun müdürü Vahit İpekçi bey karşılar. Ardından Nazım Hikmet'le, Muhsin Ertuğrul'la,ve diğer oyuncularla tanışır. İclal Ar'dan o yılları anlatmasını istiyorum:

"Film montaj işlerini öğrenmeye başladım. Laboratuvar şefi Hoffman benim amirimdi. Bana üst katta bir montaj odası verdiler, burada çalışıyordum. Odama oyuncuların gelmesini Vahit bey yasaklamıştı. Beni küçük bir kız olarak kabul edip, korumasına almıştı! Ses mühendisimiz Morgen, Tobis-Klang firmasından gelmişti. Nâzım Hikmet o zamanlar İpek Film Stüdyosu’nda senaryo yazarı olarak çalışıyordu. Bana aşık oldu. Ünlü bir şair, çok etkileyici bir kişi. Ben de hoşlanıyorum ama, Nâzım evli. Bu nedenle duygularımı hiç belli etmiyorum. Ama o her fırsatta yalnız kalmak için zemin yaratıyor. Müdür Vahit beye, "İclal'ı benim odama yollayın," diyor. İş gereği mecburen gidiyorum. Ama çalışmak ne mümkün, Nazım habire ilanı aşk ediyor, ben de başımı eğiyor öylece duruyorum. Filmlerde, operetlerde şarkılara söz yazarken ‘kızıl saçlı kız’dan söz ediyor, sonra bunları bana okuyup, benim için yazdığını söylüyor. Ama çok etkileyici olmasına ve ondan hoşlanmama rağmen hep uzakta tuttum kendimi."

Vedat Ar'la tanışması ve evlenmeleri

İclal Ar, ilerde kocası olacak Vedat Ar'la da bu stüdyoda tanışır. Vedat Ar, İpekçiler'le çalışmaya, ilk sesli Türk filmi olan İstanbul Sokaklarında’nın bazı sahnelerinin Paris'te çekimi sırasında başlamıştır. Vedat bey, bundan sonraki yıllarda İpek Film'in çektiği filmlerin büyük bir bölümünün dekorlarını yapacaktır. Tanışmalarını İclal hanım şöyle anlatıyor:

"Bir gün Paris'ten yeni bir genç dekoratör geldi dediler. Vedat'la böyle tanıştım. İpek Film'in dekorlarını yapıyordu. Ben bu arada projeksiyon makinesinde film göstermeyi de öğrenmiştim. Gelen misafirlere stüdyoda film gösteriyorum. Sürekli çalıştığımız Muhsin Ertuğrul beni çok sevmişti: ‘İclal'ciğim, bir senin, bir de Feriha Tevfik'in yüzüne bakınca içimi huzur kaplıyor, dinleniyorum,’ derdi. Beni film oyuncusu yapmak için çok uğraştı. Karım Beni Aldatırsa filminde , Bir Millet Uyanıyor’da oynatayım diye sürekli ısrar ediyordu. Ben de düşündüm ama biliyorum ki imkanı yok, aile izin vermez. Sormadım bile. Muhsin bey baktı ben sinema oyuncusu olamayacağım, o zaman seni evlendireyim, dedi. Böylece Vedat'la evlenmeye karar verdik. Evlilik töreninde Muhsin Ertuğrul bey benim şahidim oldu. 1933'de evlendik, stüdyodan ayrıldım. Zaten oradaki faaliyetler de yavaşlamıştı. Yaşantımız tamamen başka bir yöne çevrildi."

İnsanın yüreğinde sanat ateşi hep yanarsa...

İclal Ar, İpek Film Stüdyosundan ayrılıp ev kadınlığına başlamıştır. Ama içinde çocukluktan beri varolan sanat ve müzik yaşamına olan aşkı hiç sönmemiştir. Bu dönemi aile içinde toplantılar yaparak geçirirler:
"Maçka'da kirası 18 lira olan bir apartman dairesine taşınmıştık. Ev ufaktı, iki odalı. Vedat da insanları; bir araya gelip toplanmayı çok seviyordu. Ama maddi durumumuz pek iyi değildi. Vedat ailenin üyelerine, arkadaşlarımıza: ‘Bize haftada bir gelin, artık durumunuza göre biriniz şarabı , biriniz peynirleri, biriniz meyvaları getirirsiniz,’ diyordu. Sandalyelerimiz, koltuk takımlarımız da tamam değildi. Yerlere minderler koyuyoruz, gelenler oralarda oturuyor. Bir Telefunken radyomuz, (Vedat çok meraklı olduğundan) bir ‘iyi su kübümüz’, bir de yatağımız var. İlk zamanlar mali durumumuzu bilmediklerinden, Vedat'ı hasis zannedenler olmuş, ama zamanla anladılar tabii.
Bu arada bir ahbabın evinde Necip Celal ile de tanışmıştık. Arkadaş olduk, zaman zaman akerdeonunu alıp o da bizim toplantılarımıza gelmeye başladı. Bir gün yine yerlerde oturmuşuz. Romantik olsun diye herhalde, elektriği söndürüp mumları yaktık, birlikte şarkı söylüyoruz. Necip Celal'in gözleri kör ama, ışığı görebiliyor. ‘Çocuklar, şu mum ışığını da söndürün de, bu akşam hepimiz eşit olalım,’ dedi. Ağlamaya başladık."

Radyo, konservatuar ve resitaller

O yıllarda Necip Celal'in bestelerini plağa dolduran iki Rum kızkardeş var: Gavin Kardeşler. İclal Ar onlarla da tanışır. Evlerdeki toplantılar tango seanslarına dönüşür. Ve bir gün İclal Ar'ı keşfederler!

"İstanbul Radyosu Müdürü Mesut Cemil bizim çalışmalarımızı duymuş. Ailecek de tanışırdık. Bir gün bana, ‘Gel Radyoda sana bir Necip Celal tangosu okutayım,’ dedi. Ama nasıl olur dedim, ‘Canım takma isim kullanırız’ deyince, razı oldum. İstanbul Radyosu’nun, Galatasaray Postanesi üstündeki ilk döneminde, Necip Celal'in bir tangosunu Kızıl Ay adıyla okudum. Saçlarımın kızıl oluşundan dolayı, Mesut Cemil beni öyle takdim etmişti."

İclal hanımın içinde müzik ateşi giderek yangına dönüşüyordu. Yeni açılan İstanbul Konservatuarına girmeye karar verir. Şan imtihanını Nimet Vahit hanım yapmaktadır. İclal Ar'a sıra gelince "Aslında kontenjan doldu," diye tereddüt eder. Ama onu dinledikten sonra düşüncesini değiştirecek ve İclal hanım konservatuara girecektir. Burada Muhittin Sadak'la çalışmalar yaparlar. Derken hastalanması nedeniyle konservatuara devam edemeyip ayrılmak zorunda kalır:
"Müzik çalışmamı özel derslerle sürdürmeyi düşündüm. İtalyan asıllı bir hocadan ders aldım. Abdülaziz'in eczacıbaşısının oğlu olan bu hocanın adı Demarki'ydi. Şan derslerimiz iyice ilerledi. Repertuarımı hazırladım. İpek Film Stüdyosu döneminden tanıdığım Cemal Reşit Rey beyi görmek için radyoya gittim. Çalıştığım aryaları dinledi. Çok beğendi ve kendisi eşlik ederek konser vermemizi istedi. Havalara uçtum tabii, Cemal Reşit beyin akompanye etmesi ne demek! Onun derslerine devam etmek istediğimi söyledim. ‘Memnuniyetle, ama sende o kadar iyi bir kulak var ki, ders almaya hiç ihtiyacın yok,’ dedi. Radyoda ve sahnede konserler verdik."

Ailenin gençleri topluca koroya katılıyor!

Bu arada İstanbul Konservatuarı bir koro kurmak için çalışmalara başlamıştır. Koroyu Muhittin Sadak'ın idare edecektir. Konservatuar öğrencileri ve dışardan insanlarla büyük bir koro kurulması amaçlanmaktadır. İclal Ar'ın dayısının oğlu İbrahim Gencer'in eşi Leyla Gencer de konservatuar öğrencisidir. Ama sahneye çıkmasına aile büyükleri izin vermemektedir. Ailenin gençleri ise şöyle bir oyun düşünürler. Çoğumuzun sesi eğitimli ve güzel, böyle bir koroya birlikte katılırsak, Leyla'nın da sahneye çıkmasına kimse karşı çıkamaz. Bu plan uygulanır ve Leyla Gencer'in yanısıra İclal Ar, onun kızkardeşi Rikkat hanım, Neyyire hanımın oğlu Semih Türkiz ve onun eşi koroya katılır. (Öteki kuzenleri İlham Gencer ise piyanoyu seçtiğinden korodan uzak durmuş olsa gerek...)

"Leyla oradan çıkıp, primadonna olarak Ankara'ya Opera'ya gitti. Bense bu koroda dokuz yıl çalıştım. Koroda solist olarak da görev alıyordum. Muhittin Sadak'ın çok katkısı oldu yetişmemize. Onu hep saygıyla anarım bu nedenle. Bu arada Profesör Brancucci'den de özel ders almaya başladım. Birlikte resitaller verdik."

Konservatuar Korosu'nun 1950 yılındaki ilk konseri büyük ilgi ile karşılanır. Koro, 70 kişilik kadrosuyla Türkiye'nin bu konuda o güne değin gerçekleştirdiği en önemli atılımdır. Konserde Haydn, Brahms, Schumann gibi bestecilerin eserleri seslendirilir. Bu arada İclal Ar da bir parçada solistlik yapar. Faruk Yener konser sonrasında şunları yazıyordu:
"'Veda Şarkısı'ndaki bariton ve radyomuzdan evvelce de dinlemiş olduğumuz soprano İclal Ar'ın ses kapasitesi ve diksiyonları ilerisi için çok şeyler vaadediyor."

Koronun 1951 yılındaki ikinci konserinde de İclal hanım dikkatleri yine üstüne toplar. Akşam gazetesindeki makalede şu satırlar yer alıyordu:
"İclal Ar, Schubert'in "Ave Maria"sında, bu çok tanınmış ve o nisbette sevilmiş eserin ifadesinde haklı bir başarı kazandı. Bayan İclal Ar'ın ses genişliği ve kuvveti ile müsavi değerde müzikalitesi var. Sesini hizmetine vakfettiği eseri anlayarak ve duyarak ifadelendiriyor. Bu güzel sesi daha başka eserlerde de dinlemeyi temenni ederim." Koronun üçüncü konserinde ise İclal Ar, Binnaz Fevzioğlu ile birlikte solist olarak görev alır.

İclal Ar, aynı yıl içinde, piyanoda Prof. Italo Brancuccci'nin eşliğinde bir konser verir. Küçük Sahne'de gerçekleştirilen bu konser sonrası olumlu eleştiriler alırlar. Bunu diğer konserler izler. 1954 yılında Ferdi Ştatzer'in piyanosu eşliğinde İstanbul Radyosu'nda bir konser verir. Ştatzer'le bu beraberliği aynı yılın 19 Mayısında Küçük Sahne'deki resitalde de sürecektir.

Bu arada Muhsin Ertuğrul'un teşebbüsüyle Ankara'daki Devlet Opera'sına bağlı olarak İstanbul'da da bir "Şan Stüdyosu" açılır. Şanla uğraşan müzisyenler ve solistler burada çalışmaya başlarlar. Her katında piyanosu olan, beş katlı bir apartmandadır bu stüdyo. Alman,İtalyan hocalar ders vermektedir. İclal Ar da buradaki çalışmalara katılır:

"Ben buraya imtihanla kabul oldum. Dört yıl kadar burada çalıştım. Sonra İstanbul Operası'nın kuruluşu yapıldı. İmtihanları kazanarak Opera'ya girdim. Dört yıl kadar da Opera'da çalıştım. Menotti'nin Konsolos operasında, Mascagni'nin Cavalleria Rusticana'sında baş rolleri üstlendim."

Ve birden ortalığa bir sessizlik çöktü. Bundan sonrası biraz hüzünlü. Ayrıntılarını anlatmak istemediği bazı çekemezlikler, anlaşmazlıklarla dolu. Bu huzursuzluklar İclal Ar'ı rahatsız ediyor ve emeklilik hakkını da kazanmış olduğu için ayrılmayı seçiyor. Artık o emekli bir sopranodur.

"Sonra başka işlere verdim kendimi. Dekoratif mumlar yaptım. 1967 yılında Beyoğlu'nda Şehir Galerisi'nde bu konuda bir sergi açtım. Salonun dekorasyonunu da eşim Vedat Ar yapmıştı."

O dönemin eski bir kupürünü buluyorum Vedat Ar'ın dosyaları arasında. Vatan Gazetesi'nde Nihal Atamer bu sergiyi şöyle tanıtıyor:
"Eski sopranolarımızdan İclal Ar, renklerin bütün tonlarını kullanmış, 111 parça yuvarlak, dört köşe, dikdörtgen, silindir geometrik şekillerin tümü, maharetle iriden ufağına kadar iğrilmiş, bükülmüş, yuvarlanmış ve dekoratif mum olmuş. Lamba şişesinden kalıplar, kadehler, bardaklar, kolaylıkla, ama sanatçıya has bir buluşla içleri doluvermiş. Sonra Laleler, Hisar, Çeşmi Bülbül gibi güzel isimler alarak ince titrek, yana yana eriyecekler. Yakılmak için yapılan küçük heykelcikler başka bir sanat."

Mumlarla uğraşan İclal hanımın kalbindeki müzik ateşi sönmemiştir. Bunu Vedat Ar'ın anlattığı bir olayı dinlerken daha iyi anlıyoruz. Opera'dan ayrılmasının üzerinden yıllar geçmiştir. Denizcilik Bankası'nın "Seyyar Sergi Gemisi" olarak Amerika'ya giden Tarsus gemisi yolcuları arasında Ar ailesi de vardır (Vedat Ar geminin dekorlarını yapmıştır ve bu yolculuğun anıları başka bir yazıya konu olacak kadar güzeldir). Gemi İspanya'ya da uğrar elbette. Barcelona'da bir kürk almaya kalkarlar. Muazzam bir mağazadır bu. Kürklere bakarlar ama fiyatlar pek yüksektir. Satıcılarla diyaloğ kurmaya çalışırlar. Türkiye'den söz açılır. Mesleklerden dem vurulur. Bu arada Vedat bey, eşinin opera sanatçısı olduğunu söyler. Hatta daha da ileri giderek, size İspanyolca şarkı bile söyleyebilir der. Adamlar şaşırırlar, haklı olarak. İclal Ar'dan söylemesini rica ederler. Repertuarını şöyle bir gözden geçiren İclal hanım, Manuel De Falla'nın düzenlemesiyle İspanyol halk türkülerini okumaya başlar. Orta avluda başlayan bu konser, üst katl balkonlarının çalışan kızlarla dolmasına yol açar. Giderek mağazada tüm işler durur. Herkes balkonlardan bu güzel sesi dinlemektedir. Sonunda merak eden müdürler de yanlarına gelir. Diyalog iyice artar." Ve biz o kürkü yarı fiyatına aldık," diye noktalıyor anısını Vedat Ar.

Bugün İclal Ar, duvarlarını süsleyen anılarının önündebir kızıl meşale gibi oturuyor. Gülüşü eski günleri hatırlatacak kadar güzel. Ve elbette müziği yine delicesine seviyor. İlk aşklar unutulmaz…

(Kaynak, Gökhan Akçura, İnsanlar Alemi, İthaki Yayınları, İstanbul 2005