28 Ekim 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI


SONBAHAR YAZMAK

Teorik düzeyde de olsa mevsimler sürüyor. Yaz kış birbirine karıştı farkedeceğiniz gibi. İlkbaharı zaten tamamen unuttuk. Sonbaharı ise hayal edebiliyoruz. Evet diyoruz, bunlar dökülen yapraklar, demek mevsimlerden sonbahar... İşbu yazımızda, eskiden dört başı mamur yaşanan bir mevsim olan sonbahar hakkında yaptığımız küçük bir araştırmanın sonuçlarını aktaracağız. Hani sözlüklerde yer alan şu mevsimin aslı astarı nedir diye merak edenler vardır diye düşündüm. Daldım kitapların karmaşık koridorlarına...

Sonbaharı en güzel betimlemiş yazarımız tahmin edileceği gibi Mehmet Rauf’tur. Eylül romanının baş kahramanı Suat şöyle anlatır: “Eylül!... Birkaç gün hava ne kadar güzel olsa bu kadarcık fani güzelliğe bile minnettar olmak lâzım gelen bir ay, içine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, o güzel havaların, devamlı yazın artık nasıl geçmiş, sadece bir mazi olmuş olduğunu hissettiren bir esef ve hasret ayı... İşte artık ne bir çiçek, ne bir rayiha kalmış. Artık tahammül bile kalmamış; evvelden yağmur yağsa lâkayd kalırlardı, belki daha taravet, daha hayat gelirdi, şimdi... Şimdi ise yağmur, işte kış hepsini çürütüyor; her şey, evet her şey çürüyor. Rüzgâr insafsız, yağmur muannid, her şey çürüyor, oh, her şey çürüyor... O zaman eylül kendisine tabiatta ilk fütur ayı, faniliği ilk his ayı, ilk faydasız ve elim mücadele arzusu gibi, hayatın ne olduğunu anlayıp bihaber geçen güzel mazinin tahassürüyle ilk boynu bükülen ay gibi göründü. Ayaklarının altında çamurlanmış çürük yapraklara bakarak ‘evet, her şey çürüyor, demek biz de çürüyeceğiz’ diye düşündü.”

Boğaziçi konulu kitaplarıyla alanında erişilmez bir yere sahip olan Abdülhak Şinasi Hisar ise bize elbette Boğaziçi’nde sonbaharı anlatır. “Nihayet yazın bütün sıcakları eriyerek sonbaharın serin, rutubetli ve ayrılış acısı duymağa başlandığından içli günleri gelir. Bazan yağmurlu bazan yalnız sisli ve sanılır ki daha çok susan günler. Zaten bu sessizlik Boğaziçinin tadını veren şeylerden biri değil midir? Güya kıyılar, evler, dağlar, ağaçlar ve bütün manzaralar itikâfa varmış ve için için düşünmeğe koyulmuşlardır. Nasıl ki bir gülün önünde vücudundan kopmuş bir parçası bize onun dağıldığını gösterirse, sahilin ve yalıların önlerinde suya akseden gölgeleri de onların bu sulara dökülüşlerine ve dağılışlarına benzer. Belki her şey, sükûtla, ellerden uzak kalmış çalgı âletleri gibi, bize susmuş musikilerin seslerini hatırlatır. Boğaziçine bir iki mevsim için gelmiş olanlar dönerler. Vapurlar azalır, tenhalaşır, sessizlik koyulaşır, saatlerin ve renklerin dökülüşleri esrarlaşır.”

Refik Halit Karay ise “Sonbaharı Pek Severim” başlıklı yazısında öncelikle “lodos grupları”na dikkatimizi çeker. Bu lodos guruplarında “dünyanın en baygın ve uçucu veya en coşkun çılgın renklerini, sarmaş dolaş, altalta, üstüste, birbirlerine sokulup kucaklarında erirken, kızartır, buğulanırken, renkten renge girer, süzülüp serpilirken görebilirsiniz. Bakarsınız, göğün bir tarafına hafif dumanlı bir mürdüm eriği morluğu sürülmüştür; bu morluk gittikçe açılır, şekerci camekânlarında, elektrik ışığına tutulmuş kavanozlardaki reçeller gibi, âdeta, çekirdeklerini gösterecek kadar şeffaflaşır, ayrıca rayihalı bir şurup içinde yüzüyor hissini verir.” Yazarımız giderek sonbahar sevgisini iyice abartmaya ve herşeyde bir keramet bulmaya başlar. Kavun bu mevsimde ballanır, karpuz ise kibarlaşır der mesela. Ağaçların yapraklarını dökmelerinde ise şairlerin bulduğu hüznü ve ‘hazan’ı değil; çürümüş uzuvlarını döken ve diri bir yaşama hazırlanan bir doğayı görür. Kedilerin tüyleri parlamaya, köpekler de serinlemeye başlamışlardır. Ayrıca (belki de ona göre en önemlisi) sonbaharın oldukça kaba, dumanlı ve kendine has bir kokusu vardır: “Tavada cızırdayan palamut kokusu...” Tek başına bu yetmez mi, bir mevsimi bu denli sevmeye?

Sait Faik ise vapura Köprü’nün ortasında durarak İstanbul’un sonbaharını seyretmemizi önerir “Akşamüstü bazen köprünün ortasında durup Sultan Selim’in arkasındaki bulutlarda, kırmızı rengin oyunlarını seyrederken, bir sahra vahasında muazzam bir şehir, bir eski Bağdat, bulutlardaki deniz muharebesini seyrederdim. Tramvaylar o şehri taşır, vapurlar o bulutlar şehrinin muhariplerini götürür; biz, bu hakiki şehrin sakinleri, âdeta geçenler bile durmuş gibi olur, seyrederiz.”

Sonbaharı yazanlar arasından huzurunuza getireceğimiz son yazarımız Salâh Birsel olacak. Üstadın sonbaharın hangi ağacı ne kadar etkilediği, ayrıca bu ağacın İstanbul’un hangi köşesinde seyredileceği gibi inanılmaz ayrıntılarla dolu “Sonbahar Oyunları” adlı yazısını okuduktan sonra, botanik konusunda ne denli cahil olduğumuzu anlıyor, dehşete düşüyoruz. Bir iki satır alıntı: ‘”At kestaneleri nasıl sararıp solacaklarını pek bilmezler.” Çınarlar,”bütün yeşilliklerini soyunsalar da, insanlar onlar için ‘yapraklarını döktü’ diyemez.” Dişbudaklar “sonbahar şenliklerinden en son ayrılanlar”dır. “Sonbahara kundak sokanlar gerçekte ateşdikenleridir.” “Ben bu aylarda kırmızı kozalaklı tohumlar üreten manolyalara da pek değer gösteririm. Ağaçların çoğunun benzi atarken onlar pırıl pırıl yapraklarıyla takım kurarlar.”

İyisi mi, biz de Salâh Bey gibi yapalım, yazımızı Can Yücel’in bir şiiriyle noktalayalım. Sonbaharı eskilerin izinden giderek, sokak aralarında arayalım, yaşamın kendini yenileyişine tanık olalım. Şöyle yazmış Can Yücel:
Sararıp dökülmeden önce kızaran yapraklar ki onlar
Şan verdiler ortalığa bütün bir sonbahar
Mevsim dönüp de yeniden yeşermeğe başlayınca rüzgar
Çıplaklığında o atın yine onlar koşacaklar
O çocuklar
O yapraklar
O şarabi eşkiyalar
Onlar da olmasalar benim gayrı kimim var?