27 Aralık 2008 Cumartesi

CUMARTESİ YAZILARI


NOEL BABANIN ASLI ASTARI
Noel Baba’nın süper kahraman olduğu günler bunlar. Tüm vitrinlerin, ilanların bir numaralı şahsiyeti olan bu sevimli ihtiyar hazır Antalya Demre’de yeni bir heykele de kavuşmuşken... Yaşadığımız Christmas haftası ve yaklaşan yılbaşı vesilesiyle bir Noel Baba portresi yazmanın tam sırası!

Yılbaşı’nın bir Cumhuriyet çocuğu olduğunu herhalde biliyorsunuzdur. 1926 yılında resmen rumî takvimi bırakıp miladî takvime geçene kadar, yılbaşı denilen nesne bir yavur icadıydı. Ama Cumhuriyet dediğimiz şey de aslında yavuristandan gelmemiş miydi? Artık yeni dünyaya ayak uydurmak gerek diyen İstanbul milleti 1926 yılını 27’ye bağlayan gece ilk defa doyasıya eğlendi. Aslında bu duruma alışmak ve uyum göstermek pek de kolay olmamıştı. Bir iki yıl debelenme yaşansa da, özellikle 1931 yılında Tayyare Piyangosu’nun 1 milyon liralık büyük yılbaşı çekilişiyle birlikte, yılbaşı gecesinin mana ve ehemmiyeti iyice arttı. Sonrasını biliyorsunuz işte, jingle bells jingle bells...

Yılbaşı adetleriyle birlikte evlerimizi ziyaret eden yeniliklerden biri de Noel Baba’ydı. Batılıların Santa Claus veya Father Christmas dedikleri bu şahsiyet, bizde Noel Baba olarak benimsendi. Vakit gazetesinin 1930 yılbaşı ekinde çeviri de olsa bir sayfa “Noel Babanın başına gelenler,” öyküsüne ayrılmıştı. Öykü şöyle başlıyor: “Çocuklar ve bütün ev halkı Noel ağacının etrafında halka olmuşlardı.(...) Salonda birdenbire bir gürültü koptu... ‘Geliyor’, ‘geliyor,’ diye sesler yükseldi. İçeriye sımsıkı ve garip elbiseler içinde iri yarı, şişman yüzlü, uzun favorili ve sakallı bir adam girdi... Bu Noel Baba idi...”

Mürebbiyelerin eve soktuğu misafir

Noel Baba’nın hanelere böyle destursuz girişi elbette çekincelerle karşılandı. Hüseyin Cahit Yalçın, 1937 başında Yedigün dergisindeki “Noel Baba” başlıklı makalesinde, bu misafirin aslında “çocukları ecnebi mürebbiyelere” teslim etmeye başladıktan sonra evlerimize konuk olduğunu hatırlatıyor ve şöyle devam ediyor: “Önceleri buna züppelik deniyordu ve pek alafranga ve müstesna bir kaç aile muhitinde karşımıza çıkıyordu. Şimdi galiba, ilerlemenin, Avrupalılaşmanın gereğinden sayılıyor ki, Noel babanın saltanat hudutları iyice genişledi. Avrupalılaşmanın en kolay tarafı; aynı zamanda eğlence ve hediye ile karışık bir parçası...”

Hüseyin Cahit Yalçın, makalesinde bu yabancı konuğun aslında pek de Hıristiyanlıkla ilişkisi olmadığını kanıtlamaya soyunuyor. İsa’nın doğum gününün uydurma bir tarih olduğunu ve dört yüzyıl sonra belirlendiğini hatırlatıyor. Bu konuda çeşitli mezhepler arasında varolan görüş farklılıklarının altını çiziyor. Noel Baba’nın getirdiği haberin aslında “İsanın doğumu değil, insanlığın ilk dönemlerine hakim olan ‘tanrı güneş’in yeniden canlandığı müjdesi” olduğunu ileri sürüyor. Ardından pagan dönemlere, çok tanrılı dinlere göndermeler yaparak Noel’in çok eskilerden kalma geleneklerin devamı olduğunu söylüyor. O ne derse desin, özellikle büyük şehirlerde kökenlerine pek bakılmadan yılbaşı adetleri yayılmaya devam etti. Ellili yıllardan itibaren piyangosu, çamı, Noel Baba’sıyla yılbaşı, eğlence yaşamımızın değişmez bir unsuru oldu.

Bugün tüm dünyayı saran Noel gelenekleri ve Noel Baba inancına gelirsek... Hıristiyan dünyasında Amerikan kaynaklı katkılarla gelişmiş olan Noel Baba efsanesi, aslında ilk kez 13. Yüzyılda Alman topraklarında şekillenmiştir. Ama öykünün kaynakları daha da kuzeylere uzanır. Bu nedenle olsa gerek Noel Baba kuzey kutbunda yaşar. Yine kuzey kaynaklı bir efsaneden alınma ren geyiklerinin çektiği kızağı kullanır. Kocaman torbası çocuklara verilecek hediyelerle doludur. Bunun için bacalardan girip yılbaşı ağaçlarının altına hediye paketleri bırakır.

Coca Cola bu öykünün neresinde?

Noel Baba figürünün bugün tanıdığımız biçimde kullanılmasının kökenleri ise, 19. Yüzyıl Amerika’sına uzanır. O zamana kadar ne reklamlarda, ne de popüler basında pek yer almayan Noel Baba için yeni bir dönem başlar. Basında Noel Baba’yı popüler bir figür olarak ilk kullanan Harper’s Weekly dergisinin ressamı Thomas Nast’tır. Özellikle iç savaş yıllarının Amerika’sında, cephedeki askerlere Christmas hediyeleri dağıtan bu Noel Baba sevimli, ama bugün açısından biraz çizgi dışıdır. Bir kere ağzında sürekli bir uzun pipo taşır. Çirkin kaçacak denli şişmandır. Bakışları da sevimli değil açıkça hınzırcadır! Noel Baba figürü Christmas kartlarında ise ilk kez 1885 yılında Louis Prang’ın çizimiyle kullanılır. Ama ilanlar ufak ufak da olsa efsanenin gelişmesine katkıda bulunacak ayrıntıları öne çıkarmaya başlar. Geyikler, çam, çanlar ve sırtında torbasıyla sevimli bir Noel Baba...

Her ne kadar artık oldukça ünlü bir figür olsa da, Noel Baba’yı Christmas ve yılbaşının baş aktörü konumuna taşıyacak olan büyük atılım ise Coca Cola Company’den gelir. Şirket aslında Noel Baba figürünü reklamlarında 1920’lerden itibaren kullanmaya başlamıştır. Ama bu konudaki en önemli adım, 1931 yılında illüstratör Haddon Sundblom’un yaptığı yeni Noel Baba ilanlarıyla atılır. Coca Cola yazın satışlar iyi gitse de, soğuk kış günlerinde kola satmakta zorlanmaktadır. Christmas çevresinde özel bir kampanya yapmaya karar verilir. Görevi üstlenen Sundblom’un, ilk ilanlardaki modeli Lou Prentice adındaki bir arkadaşıdır. 1940’da Prentice’in ölümünden sonra ise kendini model olarak kullanır. 1931 ile 1964 arasında çizilen bu “Coca Cola Noel Baba’ları” giderek evrensel Noel Baba figürü haline gelir. Tüketim toplumunu yönlendirenler, bu “hediye ve sevimli aziz” beraberliğini doğal olarak pek beğenirler ve her fırsatta kullanırlar. Kitaplar, filmler ve ilanlarla iyice geliştirilen bu efsane günümüz yılbaşılarının artık olmazsa olmaz bir figürü haline gelmiştir.

Yılbaşı biraz da ümit demektir

Bu arada Noel Baba’nın (Coca Cola’nın renkleri olan) kırmızı-beyaz renkli elbiseler giymesinin, sanıldığı gibi 1930’larda Haddon Sundblom’un ilanlarıyla başlamadığını da söylemek gerekli. Bu olaydan çok önce yayınlanmış resimlerde, dergi kapaklarında ve Christmas kartpostallarında yer alan Noel Baba’ların da aynı renklerde giyinmiş oldukları açıkça görülüyor. Bu durum, Coca Cola tarafından ancak mutlu bir tesadüf olarak değerlendirilmiş olabilir...

Ülkemize dönersek... Cumhuriyet tarihi, 1990’lara kadar yılbaşıyı pek fazla tartışmadı. Köken olarak hıristiyanlık dünyasını simgeleyen çam ağacı, Noel Baba gibi simgeleri de biraz sivilleştirerek kullandı. Aslında tüm dünya ulusları da aynı yolu izliyorlardı. Noel’in simgeleri kullanılıyor, ama 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan gece olan yılbaşı yüceltiliyordu. Umutsuz bir dünyada ümit arayan insanlar için yeni bir döneme açılan kapıydı yılbaşı...

Türkiye’de doksanlı yıllarda bazı dinci gruplar açıklamalar ve eylemlerle yılbaşı törenleri protesto etmeye başladılar. İş İstanbul Belediyesi önünde Noel Baba maketinin yakılmasına kadar vardı. Ama Türkiye global kapitalizm yolunda sağlam adımlarla yürüyen bir ülkeydi ve tüketim toplumunun Noel Baba’lara ihtiyacı vardı. Hediyeler alınmalı, ümitler yaşatılmalı ve doyasıya eğlenilmeliydi. İlanlar, sokak süsleri, eğlence mekanları, piyangolar, turizm şirketleri, mağazalar yılbaşının mana ve ehemmiyetinin altını önemle çiziyorlardı. O zaman söylenecek tek bir şarkı kalıyordu. Ne demiştik: Jingle bells jingle bells...

20 Aralık 2008 Cumartesi

CUMARTESİ YAZILARI


BİR SARAY TERZİSİNİN EVRAK-I METRUKESİ
Sadberk Hanım Müzesi’nde “Sarayın Terzisi” konulu bir sergi açıldığını, hele bu serginin sadece Parma adlı tek bir terzihaneyi kapsadığını duyunca şaşırdım. Nasıl şaşırmam ki? Geçenlerde eski terziler konusunda bir araştırma yapmaya kalkmış, Said Duhani’nin kitaplarında yer alan bir kaç satırdan başka bilgi bulamamıştım. Hem onun yazdığı terziler arasında Parma adı da geçmiyordu. Osmanlı sarayını son dönemlerinde Botter, Charvet ve Vödovinç adlı terzilerin giydirdiğini söylüyordu.

Merakımı yenemeyip Büyükdere’ye doğru yola çıktım. Müze epeyi uzak (Duyduğuma göre Beyoğlu’nda yeni bir bina arıyorlarmış). Kapanmadan bir saat önce içeri girdim ve gezmeye başladım. Evet inanılmaz ama gerçek. Abdülhamit döneminin saray terzisi Parma’nın diktiği elbiseler, aile fotoğrafları, alet edevatları ve kocaman sipariş defterleri üç salon boyunca sıralanmıştı. Kocaman demem boşuna değil. Biri 18,5, diğeri 40 kilo bu defterlerin. Taşımak için hamal gerekli!

Sergiye eşlik eden, Doç. Dr. Hülya Tezcan’ın yazdığı başarılı bir de kitap yayınlanmış. Gerek metin olarak, gerekse görselleri açısından çok zengin bir kitap bu. Serginin öyküsünü de bu kitapta okudum. Sergi kadar, hatta ondan daha fazla ilgi çekici…

Çukurcuma’dan çıkan bir defter ve sonrası

Hülya Tezcan 1991 yılında Topkapı Sarayı’nda padişah elbiseleri ve kumaş bölümünde görevli. Sevgi Gönül ,Çukurcuma’dan eski bir terzi defteri satın aldıktan sonra ortak bir arkadaşları aracılığıyla Hülya Tezcan’la ilişki kuruyor. İki kişinin güçlükle taşıdığı defter Topkapı Sarayı’na geliyor. Defter 1897-1902 yılları arasını kapsıyor ve Parma Atölyesinin aldığı tüm siparişleri içeriyor. Hülya Tezcan uzun sure bu defter üzerinde çalışıyor ve o yıllarda bu araştırmasının sonuçlarını bir kitapla yayınlıyor.

Aradan yıllar geçiyor. Sevgi Gönül’ü kaybettiğimiz 2003 yılında, Parma Terzi Atölyesiyle ilgili yeni bir gelişme oluyor. Hülya Tezcan once Ömer Koç’un Parma Atölyesine ait yeni bir defter satın aldığını duyuyor. Hemen Ömer Koç’u arayarak görüşmek isitediğini söylüyor. Bu kez defteri taşımak kolay değil. Hülya hanım gidip defteri görüyor. Bu tam 40 kiloluk defter, birinci defterin bittiği 1902 yılından başlayarak 1923 yılına kadar uzanıyor. Yani atölyenin 26 yıllık faaliyetini eksiksiz olarak izleme şansına kavuşulmuş oluyor!

Gümrükten çıkan aile ilişkisi

Bitmedi; tam bu ikinci defteri incelediği günlerde, Hülya Tezcan’ı bir gümrük sorunu nedeniyle arıyorlar. Mesele şu: Yurtdışına ailesiyle ilgili bazı eşyaları çıkarmak isteyen bir kişi gümrükte alıkonulmuş. Eşyalar arasında 150 yıllık bir Lâdik seccadesi de var. Sözü uzatmayalım Hülya hanımın bilirkişi olarak bulaştığı bu olayda, karşısına çıkan kişi Parma Atölyesinin üçüncü kuşaktan üyesi Mario Parma. Tabii seccade İstanbul’da kalıyor ama aile ile de bağlar böylece kurulmuş oluyor. Hâlâ İstanbul’la bağları olan bu aile buraya geldikerinde Tarlabaşı’ndaki Parma Apartmanı’nda oturuyorlar. Çatı arasında da atölyeden kalma makaslar, numune defterleri vesaire… Hemen bunların da fotoğrafları çekiliyor. Sonra Koç ailesinin çevresi de kullanılarak, dört koldan eski aileler araştırılıyor. Kimde Parma etiketli elbise var diye… Tabii Topkapı Müzesi’nin Padişah elbiseleri bölümü de ziyaret ediliyor. Burada yer alan 2. Abdülhamit’e ait elbiselerin hemen hepsi de Parma imzalı çıkmaz mı!

Kitap ve sergi için yapılabilecek ne varsa yapılmış. Bu Türkiye’de kolay kolay karşımıza çıkmayan bir durum. Karıştırılmadık gardrop, albüm kalmamış. Sonunda neredeyse kusursuz bir sonuç. Padişah’ın terzisi, tüm ayrıntılarıyla karşımızda!

Kitaptan öğrendiğimize gore, Parma ailesinin Cenova’dan İstanbul’a gelişi 1700 yıllarına kadar uzanıyor. Daha çok gıda ticaretiyle uğraşan aile 1820’de Bomonti’de tereyağı ve peynir satan bir dükkan açmışlar. Ailenin çeşitli üyeleri değişik alanlarda ticaret yapmaya devam ederken, Paul Parma 1885 yılında oldukça başarılı bir terzi atölyesine yönetici olarak girmiş. “M. Palma & D. Lena” adını taşıyan bir atölyenin önce ortağı, sonra da sahibi olmuş. 1902 yılından itibaren firmanın adı Parma olarak değiştirilmiş. Firmanın adresi, Beyoğlu’nda Avrupa Pasajı’nın karışısında bugün de ayakta (ve ailenin malı) olan Parma Hanı.

Abdülhamit’e yüzde onluk bir indirim

Parma Atölyesinin defterleri ilginç bilgiler ve onların taşıdığı öykülerle dolu. Buradan anlaşıldığına göre sarayın ve diğer zengin müşterilerin diktirdiği pantolon, ceket, yelek, pardesü gibi sivil giysiler son dönem Avrupa erkek modasına tamamen uygun. Sergide yer alan Sultan II. Abdülhamid ile çocukları şehzade Mehmed Abid Efendi ve şehzade Ahmed Nurettin Efendi’ye ait elbiseler de bunu açıkça gösteriyor. Abdülhamit’in oğulları ve kızları da Parma’dan alışveriş ediyorlar. Sadece elbiseler değil, aklınızsa ne gelirse. Çünkü Parma Atölyesi saray için diğer mağazalardan ve Avrupa’dan da alışveriş yapıyor. 2. Abdülhamit için yüzde onluk bir özel indirimleri bile var. Ama şehzadelerden biri borcunu geciktirmeye görsün, hemen acımasız bir faiz uygulaması devreye giriyor.

Sadberk Hanım Müzesi’ni ve Hülya Tezcan’ı bu başarılı sergi ve kitap için kutlamak gerekli. Tek bir atölyenin, yani koca yaşam içindeki küçücük bir ayrıntının bile kocaman bir sergi olacağını gösterdikleri için. Kocaman konuların bile kolay kolay bir aray getirilip, doğru dürüst sergilenemediği bir ülkede bunu başardıkları için. Sarayın terzisi Mösyö Parma’yı artık kapı komşumdan daha iyi tanıyorum!

KUTU

Hatice Sultan’ın çapkınlıkları

Kitapta ilginç ayrıntılar var demiştim. İşte biri. Atölyenin defterlerinde hanedan üyeleri arasında bir tek kadının adı geçiyor: Abdülhamit’in kızı Naime Sultan’ın. Naime Sultan siparişlerini defterde adlarının yanına “siyah” diye not düşülmüş Cafer, Hayreddin ve Selim Ağa isimli adamları, yani harem ağaları vasıtasıyla yapıyor. Ama satın alınan şeyler elbise, gömlek, pardesü gibi erkek giysileri. Hatta erkek parfümleri de... Naime Sultan’ın yaşamı incelendiğinde ilginç bir öykü karşımıza çıkıyor. 2. Abdülhamit, kızı Naime’yi 1898 yılında yılında Gazi Osman Paşa’nın yakışıklı ve kültürlü oğlu Kemaleddin Paşa’yla evlendiriyor. Hemen ardından yeğeni Hatice Sultan’ı da alaydan yetişme ve oldukça çirkin Vasıf Beyle başgöz ediyor. Ama Hatice Sultan kocasını hiç beğenmiyor ve amcası Abdülhamit’ten intikam almak için yemin ediyor. Düğünden sonra kendisine Ortaköy’de Naime Sultan’ınkine bitişik bir saray veriliyor. Hatice Sultan bunu fırsat biliyor, hemen Naime’nin yakışıklı kocasına mektuplar yazıyor ve onu baştan çıkarıyor. Bu skandal ortaya çıkınca 2. Abdülhamit çok kızıyor. Önce kızını kocasından boşatıyor, sonra iki Sultan arasında gidip gelen adamcağızı bütün rütbelerini sökerek Burya’ya sürgün yolluyor. Şeker hastası olan Hatice Sultan’ın babası 5. Murad da olayı duyunca şekeri yükseliyor ve kısa sürede ölüyor.

Parma defteriyle alaka şöyle. Naime Sultan’ın boşanma olayı 1904 yılında oluyor. Siparişler ise 1901-1902 yılında yapılmış. Kitabın yazarı Hülya Tezcan soruyor tabii: “Bu [alışverişler] acaba eşini seven ve yuvasını korumak isteyen bir kadının onu elinde tutmak için gösterdiği çabalar mıdır?” Bana sorarsanız Naime Sultan kendine yeni kokular ve çamaşırlar alsaydı daha başarılı olabilirdi!

6 Aralık 2008 Cumartesi

CUMARTESİ YAZILARI


ALNIMIZA SÜRÜLEN KAN YA DA KURBAN
Ziya Osman Saba Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’nde bize bir kurban bayramı anısını anlatır. Anneannesi “Bu bayram Ziya’ya güzel kınalı bir kuzu alalım,” der evin kalfasına. Küçük Ziya’nın içi cız eder, kurban bayramı sabahlarını düşünür, bütün sene dolapta bir tülbent arasında saklanan kurban bıçağı aklına gelir. Ama çocuktur sonunda, kuzuyla tanışır, arkadaşlık eder, sever. Sonunda o meş’um gün gelir. Kuzusunu öldürmesinler diye erkenden kalkar Ziya. Anneanne onu teselli etmeye çalışır, “Kuzunun canı acımaz, Allah ona acı duyurmaz,” der ve ekler, “O cennete gideceğini anlar, boynunu kendiliğinden uzatır.” Bahçede hazırlıklar yapılmıştır. Kurbanın gözleri bağlıdır ve ölümünü beklemektedir. Ziya Osman Saba büyüdükten sonra ne kendisi, ne de sevdikleri için kurban kestirmeyecektir bir daha...

Kurban Bayramı’nı geleneksel olarak kutlayan tüm kesimlerde, çocuklar yüzyıllardan beri cinayete tanık olurlar. Kasaplık görevini üstlenen ceketi çıkarır, kolları sıvar, açılmış çukurun başına gelir. Bilenmiş bıçaklar, satırlar kenarda durmaktadır. Eskiden kurbanlık hayvanın gözüne gül suyu serpilip, ağzına tuz verildikten sonra gözleri tertemiz bir bezle örtülürdü. Şimdi bunlar yapılıyor mu bilmiyorum. Sonra kurbanın, “tepinerek kolay can versin diye” bir ayağı bırakılıp üçü bağlanır. Ardından tekbirle bıçak vurulur. Vahşet duvara çakılan demirde, ya da ağaca bağlanan halatta sürer. Şimdi de derisi yüzülecektir. Hayvanın bir bacağından delik açılır ve buradan üfleye üfleye şişirilerek derisi etinden ayrılır. Eti de parçalanarak taslara doldurulur... İnsanın bu kadar kolay can aldığını gören bir çocuğun bilinçaltında neler yeşereceğini ise kimse düşünmez... Alnına sürülen kan ömür boyu silinmeyecektir.

Kurbanın kısa tarihi

Yine bir Kurban Bayramı geldi. Yine sokaklar kan gölüne dönecek. Yine bir gün içinde milyonlarca koyun kesilecek. Peki bu kurban olayı nasıl ve ne zaman girdi insanlığın tarihine? Varlığını nasıl böylesine korudu, hatta bayramlaştı! Kurban (Kurbanın Kökenleri ve Anadolu’da Kanlı Kurban Ritüelleri) başlıklı bir kitap yazan Doç. Dr. Gürbüz Erginer, konunun ayrıntılarına girerek bizi aydınlatır. Kurbanın ilkel toplumlardan başlayarak tek tanrılı dinlere kadar tarihimizin bir parçası olduğunu gösterir. İnsan toplulukları kurban ritüeline, gerek doğa güçlerini yatıştırmak, gerekse tanrılarına armağa sunmak için başvururlar. Kurban edilenler insanlar ya da hayvanlardır. Antropolojik araştırmalar yanısıra yazılı kaynaklarda da bol bol karşımıza çıkar kurban olgusu. Hitit tabletlerinde, Mısır hiyerogliflerinde, İlyada ve Odysseia destanlarında ayrıntılı bilgiler buluruz bu konuda.

Peygamberler tarihi de insanın bir kurban nedeniyle öldürülmesiyle başlar. Kabil, kardeşi Habil’in sunduğu kurbanın tanrı katında daha makbul bulunmasını kaldıramaz ve kardeşini öldürür. Musevilerin kutsal kitabı Eski Ahit’in her köşesine kurban kokusu sinmiştir. Tanrı, Musa’ya “Bütün ilk doğanlar benimdir; ve inekten ve koyundan, bütün hayvanların ilk doğan erkeklerin hepsi benimdir. Ve eşeğin ilk doğanı için bir kuzu fidye vereceksin; ve eğer fidye vermeyeceksen, o zaman onun boynunu kıracaksın. Oğullarının bütün ilk doğanları için fidye vereceksin. Ve kimse önümde eli boş görünmeyecek,” der ( Tevrat, Çıkış 34/ 19-20). Öte yandan kurban olgusunun dinsel temelinde en güçlü dayanak olarak gösterilen İbrahim peygamberin oğlunu kurban etmeye kalkması ve tanrının ona bir koç yollaması öyküsü de Tevrat kökenlidir.

Gürbüz Erginer, Tevrat’ta kurban olgusunun “tüm ayrıntılarıyla betimlenmiş” olduğunu söyledikten sonra şöyle devam eder: “Neyin, ne zaman ve nasıl yapılması gerektiği; hangi hayvanların, hangi tür normların çiğnenmesi durumunda kurban edileceği; kurbanın yağından derisine, butundan kellesine tüm organlarının ve diğer kısımlarının ne tür işlemlere tabi tutulacağı en ince ayrıntılarına dek anlatılmıştır.”

Hıristiyanların kutsal kitabı İncil’de ise (Yeni Ahit), Tanrı, her nedense artık türleri ve nitelikleri belirlenmiş hayvanlardan, buğdaydan, undan, ekmek ve yufkadan, şaraptan kurban istemez. İsa’nın yaydığı din, her ne kadar kendinden önceki peygamberlere dayanıyorsa da, öncekilerden ona yansıyan biçimiyle kurbanlamalara pek ilgi göstermemiştir. İncil, kurbana ilişkin açıklamalarında, kendinden önce kurban kapsamı içinde Tanrı’ya akıtılan kanların insanları yetkinliğe erdiremediğini vurgular. Kitabında bu tesbiti yapan Gürbüz Erginer, İsa’nın son kurban olduğunu, bu nedenle hıristiyanlıkta kanlı kurban kesmenin dindarlık kapsamında yer almadığını söyler. İncil kurban kesmekle günahlardan arınılamayacağını şöyle vurgular: ‘Çünkü boğaların ve erkeçlerin kanı günahları ortadan kaldıramaz.” (İncil, İbraniler 10/4)

Kuranda kurbanın yeri

Geldik Müslümanlığa... Kuranda kurban sözcüğü üç ayrı yerde geçer. Bunlardan ikisi konunun efsanevi kaynaklarından söz eder. Yani Adem’in oğullarından ve İbrahim’in öyküsünden... Diğeri ise “Hac Suresi”nde yer alır. Burada bir kurban olgusu ve kurban etiyle yoksulların doyurulmasına atıf vardır. Aynı surenin sonuna doğru “İşte kurbanlık deve ve sığırları Allah’ın size olan nişanelerinden kıldık. Onlara sizin için hayır vardır. Bağlı halde keserken üzerlerine Allah’ın adını anın. Yani üstü düşüp ölünce onlardan yiyin, isteyene de istemeyene de verin. Şükredersiniz diye onları böylece sizin buyruğunuza verdik,” diye buyrulur. Ama sure şöyle devam eder: “Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah’a ulaşacaktır. Allaha ulaşacak olan ancak sizin O’nun için yaptığınız gösteriişten uzak amel ve ibadettir. Size doğru yolu gösterdiğinden, Allah’ı yüceltmeniz için onları böylece sizin buyruğunuza vermiştir.’ (Kuran, Hacc 22/36-37)

Profesör Hüseyin Hatemi Kuran’da kurban kesiminin sadece Hac merasimi sırasında kesilerek eti yoksul hacılara dağıtılan hayvanlar için kullanıldığını belirtir. Hatemi bu konuyla ilgi surenin yanlış yorumlanarak, Hac’ın gerçekleştiği 10 Zilhicce gününün Kurban Bayramı olarak kutlandığını, bu bayramın en temel unsurunun da –Hacca gidilmese dahi- kurban kesmek olarak yorumlandığını söyler. Hatemi bu yüzden İslamın evrensel değerlerini simgeleyen Hac bayramının ne yazık ki bir “kavurma şöleni ve kan ayinine dönüştürüldüğünü” ileri sürer. Görüşü “Hacca gitmeyenler için hayvan kesmenin gereği yoktur” biçiminde özetlenebilir. Yaşar Nuri Öztürk de “kurban kesmenin bir farz olmadığının” altını çizer. “Kurban kesiminin hayvan katliamlarına” denen olduğunun ve vazgeçilmesi gerektiğini sözlerine ekler. Kurban konusunda yerleşik İslam düşüncesiyle çelişen bu isimler, sekiz yıl kadar önce bir televizyon programında görüşlerini açıklamışlar ve büyük tepki almışlardı.

İnsanlar ve hayvanlar üzerine

Hayvan hakları savunucuları ve vejetaryanlar içinse kurban işlemi doğal olarak temelden karşı çıkılması gereken bir olgu. İnsanların diğer hayvanlardan üstün bir ırk olmadığını vurgulayan Peter Singer, konunun temel kitabı olan Hayvan Özgürleşmesi’nde görüşlerini ayrıntılı olarak açıklar. İnsanlarla hayvanlar arasında süregelen her tür ayrımcılığa karşı çıkan Singer, hayvanlara uyguladığımız şiddeti yerden yere vurur. Hayvanlara uygulanan baskılar, işkenceler ve cinayetlere karşı gözlerimizi kapamamamızı ister. Elbette onları yemememizi de... Kurban bunlardan öte, göstere göstere cinayet olduğu için herkesin karşı çıkması gereken bir olgudur buna göre...

Türkiye’de ise kurban, bayramdan bayrama yaşadığımız bir olay olmanın çok ötesine gidiyor. Adak olarak kurban kesenlerin, her kutlamada, açılışta hayvanları yere yatırıp ortalığı kana bulayanların sayısı giderek artıyor. Kurbana olan bu tutkunun kökenleri dini aşıyor, içgüdülerimize kadar uzanıyor galiba. Kan görmekten mi hoşlanıyoruz, cinayete tanık olmaktan mı acaba?

Bu ülkede hayvanları kurban etme geleneğinden vazgeçilebileceği konusunda doğrusu hiç bir ümit taşımıyorum. Kuranın yeniden yorumlanması, yaşamın gereklerine göre bazı ilkelerinin gözden geçirilmesini beklemek de bir ütopya. Kurban Bayramı’nın manevi gücünü azaltacağı gerekçesiyle kimse bu konuda bir adım atmak istemez. Tek umudum Avrupa Birliği. Hani ona ayıp olmasın diye sokaklarda, bahçelerde kurban kesilmesi yasaklanabilir belki. Kurban kesimi gözlerden uzak tutulabilir böylece. Ama bunun ne kadar anlamı var diye de sorabilirsiniz. Milyonlarca hayvanın kanı yerde kalmayacak mı her durumda? Kurban insanlığın ilk döneminden bugünlere omuz başımızda taşıdığımız , bir türlü silkip kurtulamadığımız bir günah galiba...


KUTU:
ARKAİK DÖNEM VEJETARYANININ KURBAN KONUSUNDA DÜŞÜNCELERİ

Bugün artık güçlü bir doktrin haline gelmiş olan hayvan özgürlüğü hareketi ve gitgide yayılan vejetaryanlık, elli altmış yıl önce ancak bir garabet olarak magazin sayfalarında haber olabiliyordu. 1952 yılında gazetelerde üst üste röportajları yayınlanan “Et yemezlerin Türkiye mümessili Dr. Ferit Cansever” de, konuya temkinli yaklaşmaya dikkat ediyordu. Cansever, et yemenin sağlık açısından zararlarını öne çıkarıyor, nasıl olsa kimse dikkate almaz diye hayvanların hunharca öldürüldüğünden de hiç söz etmiyordu. Bir röportajın
sonunda yaklaşan Kurban Bayramı vesilesiyle sorulan “kurban hakkında ne düşünüyorsunuz” sorusuna da oldukça dikkatli ve biraz kaçak oynayarak cevap verir:
“Bu bahis başlı başına bir meseledir. Kurban, kulların işledikleri bir günahın affı için Allah’a karşı müminler tarafından yapılacak en büyük fedakârlığın azami haddidir. Çöllerde, kuru otun bile bulunmadığı çöllerde yaşamaya mahkum olan Bedevileri biz bugün bile vahşi gibi telakki ediyoruz. Binlerce sene evvel bunların ne kadar iptidai bir halde bulunduklarını tahmin etmek mümkündür.
Yamyamlık, insanları kurban etmek, çocukları diri diri gömmek gibi vahşi adetlerin cari olduğu o devirlerde kurban etini mubah kılmak kadar tabii ve mantıki ne olabilirdi? Şimdi bile insanlar aç kalsalar ben bile bu açlara insanları yiyecek yerde hayvanları yemeyi tavsiye ederim. Hayvan etlerinin yenilmesinin mubah kılınması ile insanları ferah ve saadette bulunduracak meyvaların tarifleri ve manaları arasındaki derin farkı sezmeyecek olursak, çok iptidai bir zihniyet içinde bulunduğumuzu göstermiş oluruz, değil mi?”

5 Aralık 2008 Cuma

MÜZİK YAZILARI


FIRTINADAN ÖTESİ KASIRGA: GRACE JONES
Geçen hafta eski plaklarının tozunu aldım, kapaklarına yine hayranlıkla baktım ve o etkileyici sesi bir kez daha dinledim....Grace Jones’u hatırlamam için bu aralar bir sürü vesile var aslında. Bu yıl 60’ını doldurdu mesela... Yirmi yıldan bu yana ilk stüdyo albümünü doldurdu üstüne üstlük... Daha ne olsun!

Şimdilerde yeni albümü çıktı ya, doğal olarak tüm dergiler onunla röportaj yapmak istiyorlar. Yapıyorlar yapmasına da, bu yazılar genellikle uzun bir girişle başlıyor. Randevunun ne denli zor alındığı, Jones’un onları kaç kez atlattığı, kaç saat geç kaldığı, nasıl sorulara cevap vermeyip kafasına göre takıldığı, önce yemek yiyip sonra kafayı iyice çektiği ve çılgınca kahkahalar atarak ortalığı birbirine kattığı gibi gözlemler bu röportajların ortak paydası. Kadın bir gazeteciyseniz ve Grace’in azgın bir anına denk gelmişseniz göğüslerinize yapışıp dudaklarınıza uzanması bile söz konusu olabilir. Ayarı olmayan bir özel yapımdır zaten Grace... Dikkatinizi çekerim, yetmişlerin sonunda yerleşik kadın imgesini yerle bir eden bir insandan söz ediyoruz. Siyah, erkeksi ve çekici. Cinsler arasında karmaşa yaratan ilk panzerlerden. Karşı kıyıdan gelip aynı görevi üstlenen Boy George misali kışkırtıcı...

Yirmi yıldır nerdeydi diye sorarsanız söyleyelim. Grace Jones biraz küsmüştü, biraz sıkılmıştı. Çok uzun bir süredir yerüstünde görülmüyordu. Özel partilerde, gizli klüplerde sahne aldığı söyleniyordu. Bu yıl Massive Attack’ın düzenlediği Meltdown Festivali’nde yeniden karşımıza çıktı. Ardından da yeni albümü Hurricane geldi. Grace Jones’la ilgili ayrıntılara yeni albümünün ipuçları üzerinden uzanalım.

Vitrindeki şarkıcı

Önce albümün kitapçığına bakalım. Grace Jones hazretleri bir yürüyen bant üzerinde Grace Jones modelleri üretiyor. Kafalar, eller, ayaklar. Önce plastik sandığımız bu replikaların bir çikolata fabrikasındaki kalıplardan çıktığını anlıyoruz. Grace her zaman bir vitrin mankeni olduğunu kabul etmiştir. Bu onu hem rahatsız eder, hem de varlık nedenidir. Onu sıradan bir disko şarkıcısı olmaktan çıkaran en önemli olgu üzerine giydirilen bu imgedir. İmgenin mimarı ise bir fotoğrafçı ve reklamcı: Jean Paul Goude.

Goude, ilk kez bir gay discoda şarkı söylerken görür Grace’i. Önce onun grotesk hatta karikatür bir figür olduğunu düşünür, ama klasik
bir Afrika güzelliği taşıdığını da hemen farkeder. Hikayesi uzun, ama sonunda Goude onun imaj mimarı ve sevgilisi olur. Beraberlikleri çok uzun sürmese de tanıdığımız Grace Jones görünüşü ve oğulları Paul bu dönemin ürünüdür.

Dönelim yaratılan imaja. Saçlar kübik biçimde üstten kesilir. Daha erkeksi bir imaja kavuşması için vatkalı giysiler, yapılı kaslarını öne çıkaran bir duruş ve vahşi bir bakışa kavuşturulur. O dönemin plaklarında “fotoğraf, giysi ve makyaj: John Paul Goude” imzası vardır. Artık bir çizgi roman kahramanıdır Grace... Kaplanlarla sahneye çıkan, kübik tabloları şarkıya dönüştüren bir efsane...

Jamaica kanı

Dönelim albüme. “This Is” açılış parçası. “Bu benim sesim, benim seçimimin silahıdır,” diye başlıyor şarkı. Sesinin gücünü ve güçsüzlüğünü hep bilir Grace. Bu nedenle konuşur gibi söyler bir çok şarkısını. Sesinin güzelliğini değil, derinliğini çıkarır öne. Josephine Baker, Marlene Dietrich gibi biraz erkeksi bir sestir bu. Damardan yakalar dinleyeni...

“William’s Blood” şarkısında bugüne kadar hiç yapmadığı bir şeyi yapıyor ve kendi öyküsünden yola çıkıyor. Grace Jones’un ailesi Jamaica’lı. Yaşamı boyunca nefret ettiği babası bir rahip, Jones soyadı elbette ondan gelme. Ama bir de Williams soyadını taşıyan anne var. Grace’in müzikal geçmişinde etkisi olan anne, yani Marjorie Jones güzel sesli, müziğe düşkün bir kadın (Eski bir Grace parçasında “My Jamaican Guy”da geri vokal yapmıştı, “William’s Blood”un sonunda da duyabilirsiniz bu sesi). Grace Jones bu dişil kanın peşine düşüyor şarkıda. Çocukluğunda yer aldığı kilise korosundan da esintiler var arka planda. Albümün bir başka şarkısında ise “Annemin gözyaşlarıyla ağlıyorum,” diyerek devam edecektir otobiyografik öyküsüne…

Albümden çok önce meşhur olan (Chris Cunningham imzalı) videosuyla “Coporate Cannibal” albümün en başarılı parçalarından. Video sadece iki kamerayla kısa sürede çekilmiş. Ama seyrederseniz ne kadar etkili olduğunu göreceksiniz. Parça günümüzün acımasız iş ve tüketim dünyasına batırıyor iğnelerini. Arada bizim et yiyiciliğimize de dokunduruyor, yamyamlığımızı gözümüze sokuyor.

Şeytanla yapılan anlaşma

Albümün konuk müzisyenleri arasında Brian Eno, Tony Allen ve Tricky de var. Tricky albüme adını veren “Hurricane” şarkısına imza atmış ve geri vokali üstlenmiş. “Beşikten mezara bir kadınım ben, bir oğulum,” diye başlıyor şarkı, “ağaçların üstünde esen kasırgayım,” diye devam ediyor. Kendi oğlu yani Paul Goude da Hurricane albümünde annesine geri vokal yapıyor. Bugün 29 yaşında olan Paul bir müzisyen. Grace onu çocukken kucağına alıp Afrika ormanlarında gezdirdiğini iftiharla anlatıyor.

Albümdeki diğer parçalar arasında öne çıkanlardan “Sunset Sunrise” dünyayı ne hale getirdiğimizi sorguluyor. Bir anlamda çevre sorunlarına dikkat çekiyor. “Love You To Life” ölümün kıyısından dönen eski bir sevgili için yazılmış. “Devil In My Life” ise Grace Jones’un her daim çizgi dışı oluşunu hatırlatıyor bize. Şeytan onu yücelttiği gibi rezil de etmiştir. Bunu çevirdiği filmleri düşünerek söylüyorum. Arnold Schwarzenegger’li Conan’da, James Bond dizisinden A View To Kill’de “çirkin vahşi” rollerinde seyretmiştik onu. Görmediğimiz ama sanırım hiç de hayırlı olmayan başka rolleri de var filmografisinde. Ama şeytanla yaptığı işbirliği kapsamında Andy Warhol’la, Keith Haring’le yaptığı çalışmalar da var. Grace, güzel ve kötü günleri birlikte yaşadığını hep anlatır. Şeytanla yaptığı anlaşmanın risk taşıdığının bilincindedir.

“Hurricane”in müzikal altyapısı tek sözcükle muhteşem. Artık ahde vefa mı, yoksa onlar olmazsa olmaz duygusu mu bilmem ama; bu yeni albümünde Grace’e otuz yıl önce eşlik eden ekip eksiksiz olarak yer alıyor. Başını Robbie Shakespeare ve Sly Dunbar’ın çektiği, reggea ile disko arasında kurulmuş en etkili beraberliğin mimarları olan bir ekip bu. Grace’in en güçlü albümleri Warm Leatherette ve Nightclubbing’e imza atan isimler bunlar. Yalnız ekip mi, müzik de aynı. Bu nedenle bazıları Hurricane’de çoğu parçanın eski şarkılarına benzediğini söylese de bence bu bir zaaf değil. Halis Grace Jones soundu… Evet aynı ses, aynı altyapı… Ne olmuş yani? Külliyata sıkı bir katkı! Müzikal hafızamızda kaç Grace var ki?

22 Kasım 2008 Cumartesi

CUMARTESİ YAZILARI


TELEFON REHBERLERİ TARİHİ
Geçen hafta bir akşamüstü eve geldiğimde, kapıya asılmış olan naylon torba içinde koca bir kitap buldum. Bu uzun süredir gündemimizde olmayan bir şey, yani bir telefon rehberiydi. Altın Rehber’den bu yana yirmi yılı aşkın bir süredir, telefon numaralarını biraraya getirmek görevini üstlenen bir yayın çıkmamıştı. Şimdilik İstanbul’u kapsayan Bravoo adlı bu rehberin gelecek yıl Ankara ve İzmir ciltlerinin de yayınlanacağını öğrendik. İşbu vesileyle telefon rehberleri tarihimize doğru bir zaman yolculuğu yapmayı düşündük.

Aslında İstanbul’un telefona kavuşması pek de kolay olmamıştı. İkinci Abdülhamit’in korkuları nedeniyle elektrik gibi telefonun da kent hudutlarına girişi oldukça gecikti. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra telefon konusundaki yasak kaldırılmış, fakat Posta ve Telgraf Nezareti, telefonu hükümet tekelinde kabul edip kimseye ruhsat vermemişti. Yapılan ilk çalışma, Meşrutiyet hükümetinin Fransa’dan ithal ettiği 50 hatlık bir santralın, yeni açılan Sirkeci’deki Büyük Postahane’ye monte edilmesidir. 1909 yılında kurulan bu santral, bakanlıklar ve diğer devlet daireleri arasında görüşme yapılmasını sağlıyordu. Herkesin kullanabileceği telefon santrallarının kurulması ise iki yıl sonra, yani 1911’de çıkarılan bir kanunla gerçekleşti. En uygun öneriyi getiren İngiliz işadamı Herbert Lows Webbe tarafından “Dersaadet Telefon Anonim Şirket-i Osmaniyesi” adlı şirket kuruldu. Daha sonra İstanbul Telefon Şirketi adını alacak olan bu kuruluşun ana sermayesi İngiliz, Fransız ve Amerikalı işadamlarına aitti. Kullanılan teknoloji Amerikan Western Electric markasını taşıyordu. Bu şirket Yeşilköy’den Rumeli Kavağı’na, Pendik’ten Anadolu Kavağı’na kadar telefon santral ve şebekelerini kurma ve işletme imtiyazına sahipti. Hemen çalışmalara baaşlayan şirket, 6400 hatlık Beyoğlu, 9600 hatlık Tahtakale ve 2000 hatlık Kadıköy santrallerini ancak üç yıl sonra, 28 Şubat 1914 tarihinde faaliyete geçirebildi.

Telefon rehberleri

Telefon tarihine dalarsak konuyu ekseninden iyice çıkarırız. Dönelim rehberlerin hikayesine. Telefon beraberinde önemli bir yayını (ve aynı zamanda bir reklam mecrasını) da getirdi: Telefon rehberi. PTT tarafından 1983 yılında yayınlanan son İstanbul Rehberi’nin kapağında “40. Baskı” olduğu yazar. Yani ilk çıkışından bu yana 40 kez genişletilmiş bir bilgi bankasından söz ediyoruz.

Görebildiğimiz en eski İstanbul Telefon Rehberi (daha doğrusu ‘kılavuzu’, çünkü ilk baskılarda ‘rehber’ yerine ‘kılavuz’ olarak adlandırılıyordu) 1916 tarihini taşıyor ve kapağında 5. baskı olduğu belirtiliyor. Şebekenin sadece bir yıl önce çalışmaya başladığını düşünürsek, bu kısa süre içinde beş baskı yapmasını, abone sayısının hızla artmasına ve rehberin aranan bir yayın haline gelmesine bağlayabiliriz. Sunuş yazısında, 1000’in üzerinde aboneye sahip olduğunu belirten İstanbul Telefon Şirketi, reklamlarla ilgili bilgi vermek için ayrı bir sayfa ayırmış. İki dilde yayınlanan 1916 rehberinde numara aralarında ‘verilecek’ küçük ilanlar dışında; tam, yarım ya da çeyrek sayfa ilanlar için ayrı bir tarife belirlenmiş. Buna göre iki dilde (yani iki ayrı bölümde birden) yayınlanacak tam sayfa bir ilan için 5 lira ödemek gerekiyor. Bu fiyat yarım sayfa için 3, çeyrek sayfa için ise 2 liraya düşüyor.

1932 yılında 19. baskısı yayınlanan İstanbul Telefon Rehberi artık iyice kalınlaşmıştır. Ne kadar güçlü bir olgu olduğunun farkında olan rehber, reklamlar açısından da önemli bir yayın olduğunu ispat etmek için büyük bir gayret içine girmiştir. Tam sayfa reklamlarla fikrini anlatmaya, bu konudaki gücünü kanıtlamaya çalışmaktadır. Örneğin bir sayfada “İşbu rehberde neşrettireceğiniz ilândan gayet iyi neticeler istihsal edeceksiniz,” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “İşbu satırları okunmakta bulunmaklığınız, ilânın neşrindeki kıymetin bir ispatı değil midir?”

Değineceğimiz son rehber ise dört yıl sonrasına, 1936 yılına ait. İstanbul Telefon Müdürlüğü tarafından yayınlanan bu kılavuz (adı nedense yeniden ‘kılavuz’a dönüştürülmüş) 22. baskı ibaresini taşıyor. Abone sayısının 11.000 civarında olduğu belirtildikten sonra, kılavuza verilecek ilanların önemi şöyle vurgulanıyor:
“Telefon Kılavuzu, reklam yaptırmak için en etkili vasıtalardan birini teşkil eder. Çünkü, bütün telefon abonelerine, şehirler ve milletler idarelerine dağıtılır. Her gün, her dakika abonelerin elinde bulunur. Her daim, yeni abonelere yollanmakta ve bu suretle yenisi basılıncaya kadar reklam itibariyle kıymeti her gün artmaktadır.”

Telefon rehberinin önemli bir bölümünü oluşturan sarı sayfaların ayrı bir mecra olarak değerlendirilmesine ise ancak 1960’lı yıllarda rastlıyoruz. Daha önceleri ‘Meslekler Fihristi’ olarak adlandırılan ve genellikle reklam içermeyen bu bölüm, 1960-61 yıllarında ‘sarı sayfalar’ olarak konumlanıyor. Sayfa başlarında, “Sarı sayfalarda reklamınız varsa sizi arayanlar çok olur’”, “Sarı sayfalarda reklamınız varsa müşterileriniz sizi unutmazlar,” türünden sloganlar bulunan bu sayfalar, bir reklam mecrası olarak değerlendirilmiştir. 1960 Rehberi, eski yıllara kıyasla, düzenlemesi ve baskı kalitesi gibi konularda da öncekilerden ayrılmaktadır.

1983 yılında yayınlanan son İstanbul Rehberi’nin 450.000 adet basıldığını düşünürsek, mecra olarak ne denli önem taşıdığını da vurgulamış oluruz. Telefonun insanlar arasında kurduğu ilişki, reklamverenin tüketiciyle kurmak istediği ilişki için de fırsat hazırlamaktaydı.
Telefon muaşereti
Telefon rehberleri sadece telefonları ve ilanları içermiyordu elbette. Telefonun yararları ve nasıl kullanılması gerektiğini öğretmek misyonunu da yüklenmişlerdi. Örneğin 1929 İstanbul Telefon Rehberi’nde yer alan bir ilan telefonun ne denli vazgeçilmez olduğunu kanıtlama görevini üstlenmişti. Polis, eczane, tiyatro, masa temini, bakkal, taksi, doktor ve yangın başlıklarıyla telefon etmenin neredeyse zorunlu olduğu alanlar ilanda resimlerle belirtiliyordu. İlanın metni de ilginç, dilini biraz güncelleştirerek aktarıyorum: “Telefon bugün uygarlığın en önemli aracıdır/ Daima emre amade bir yardımcıdır./ Evlerden yalnızlık veya uzaklık duygularını yok eder.”
Yine ilk dönemin rehberlerinde yer verilen önemli bir konu da telefonun nasıl kullanılacağı bilgileriydi. Bu bilgiler “çağıracağınız abonenin numarasını bulmak için daima rehbere başvurunuz” uyarısıyla başlıyor elbette. Sonra şöyle devam ediyor: “Mesela 24580 numarasını arayacağınızı farzedelim. Evvela ahizeyi yerinden kaldırarak kulağınıza götürünüz ve çevir sesini bekleyiniz. Bu sesi kulağınıza koyar koymaz hemen daima duyarsınız.” Duyunca ne yapacağız? “Ahize kulağınızda olduğu halde parmağınızı dairedeki 2 rakamının göründüğü deliğe sokarak, daireyi soldan sağa doğru döndürünüz. Dairenin dönmesi durunca siz de parmağınızı çıarırsınız. Yuvarlak kendiliğinden eski vaziyetine döner. “ Sonra tek tek numaraları nasıl döndüreceğinizi anlatan metin, “Çağrılan abone o sırada başkasıyla görüşmüyorsa ‘çıngırak çalıyor sesi’ni işiteceksiniz, bu ses abonenin çıngırağının çaalmakta olduğunu gösterir,” diyerek sürüyor.

Peki bunları anlatmak için eski telefon rehberleri nereden buluyorsun diye merak edeniniz olursa ona da cevap vereyim... Açıkçası eski telefon rehberlerini bulmak zor mesele. Milli kütüphanelerde pek bulunan bir nesne değil. Rahmetli Çelik Gülersoy vakti zamanında bunların önemini anlamış ve İstanbul Kütüphanesi’ne bulduğu bütün İstanbul rehberlerini aldırmıştı. Ama sonrası gelmedi tabii ki. Müzayedelerde arada sırada karşımıza çıkar, ama artık pahalı bir nesne haline gelmiş olarak... Hani bir hayırsever kuruluş çıksa da, bütün eski rehberleri bir araya getirse diyorum... Ama kim nasıl, nerede bulmuş ki böyle hayırseveri

19 Kasım 2008 Çarşamba

ARADA SIRADA


BRECHT ZAMANI. HEMEN ŞİMDİ!
11. Uluslararası İstanbul Bienali yaptığı toplantıyla, başlığını Türkçe’ye “İnsan Neyle Yaşar?” olarak çevrilen “Denn wovon lebt der Mensch?” adlı şarkıdan aldığını açıkladı. Bu şarkı Bertolt Brecht’in Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte tam 80 yıl önce yazdığı Üç Kuruşluk Opera adlı oyunun ikinci perdesinin kapanış parçası. Bienal’in küratörleri WHW (What, How & for Whom) tarafından bir tiyatro sahnesinde açıklanan (pardon sahnelenen) bienal ilkeleri bence şu anlama geliyor:

1. Hedef artık global bir olgu olan kapitalist sistemin ta kendisidir.

Bienal kreatörlerinin çıkış noktası olan Üç Kuruşluk Opera, Brecht’in yaşamında da özel bir dönemeçi işaret eder. Yakın dostu Hans Mayer’in açıklamalarına göre, Brecht Marksizmin kapitalizme yöneltiği eleştiriyi tam da bu oyunu yazdığı sırada, 1928 yılında ekonomi uzmanı ve toplumbilimci Fritz Sternberg’den öğrenmişti.

“Üç Kuruşluk Opera” aslında 1728 yılında John Gay tarafından yazılmış olan Dilencilerin Operası’ndan (Beggar’s Opera) esinlenir. John Gay İngiltere’de 1721 yılında iktidara gelen Robert Walpole hükümeti dönemindeki politik entrikaların, rüşvetin, yolsuzluğun kol gezdiği bir yozlaşma ortamını anlatıyordu. Eser opera adını taşıyordu ama aslında balladlar, sokak şarkıları söyleniyordu. Bu oyunun anlattıkları ve biçemi Brecht’in amaçlarıyla parallellik taşıyordu. Ama oyunu yeniden yazarken olayı 19. Yüzyıla, kapitalizmin gelişme dönemine taşıdı. Böylece hem gününün koşullarına, hem de John Gay’in oyununa karşı bir mesafe koymuş oluyordu.

Brecht “Üç Kuruşluk Opera”da kapitalizm koşullarında ayakta kalmanın ancak burjuva toplumunun kurallarını benimsiyerek mümkün olabileceğini anlatır. Bu kuralları benimsemek onları teşhir etmeyi de sağlar. Böylece bu düzenin ancak suç, ikiyüzlülük ve ahlaksızlık üstüne inşa edilebileceğini de anlarız. Oyunda karşımıza çıkan dilenciler, orospular, pezevenkler, gangsterler kapitalizmin gerçek oyuncularının mikro düzeyde temsilciliğini yaparlar. Operadan çıkarken bir kez daha anlarız ki, bu düzende toplumun üzerinde yükseldiği temel öge insan değil sadece ve sadece paradır.

Oyun 1928 yılında ilk kez sahnelendiğinde tutucu ve milliyetçi basın duruma hemen uyandı. Bu görüşlerin yayındaki gazeteler oyunu “politik dehşet balladı” olarak tanımladı ve acımasızca yargıladı. Daha sonraki sahnelenişlerinde ise nasyonal-sosyalist basın Brecht’i açıkça hedef olarak gösterecekti.

2. Yöntem için Brecht’in yaratıcı, eklektik ve oyunbaz kişiliğini örnek alabiliriz.

Brecht çıkış noktasında bir marksist olarak gözükse de, döneminin sosyalist gerçekçi akımlarının uzağında kalmayı becermiştir. Ama bundan çok daha önemli olan, düşüncesini anlatmak ve seyircisini etkilemek için gereken tüm malzemelere ve yöntemlere açık oluşudur. Bu sayede sosyalist düşünce ve tarih boyunca sanatın kullandığı bütün araçlar ilk kez yaratıcı bir düzlemde birleşme olanağı bulmuştur. Brechtyen bir sanat anlayışı, kullanabileceği tüm sanatsal araçlara açıktır ve bunları izleyicisini etkilemek için yeni bir sentez içinde sunar. Bu nedenle yenilikçidir, yaracıtıdır ve politiktir. Brecht kendi sanat anlayışını kurarken kolektif yaratıcılık, epik tiyatro, yabancılaştırma efekti, ironi, sokak şarkıcılığı gibi o güne kadar pek ortada gözükmeyen biçemlerden yararlandı. Sadece oyunlarıyla değil, faşizme karşı kaleme aldığı metinleriyle bile yepyeni bir yaklaşımı sanatın gündemine soktu. Bir sanatçının Brecht’ten öğreneceği çok şey olduğunu hiç bir zaman unutmamak gerekir. Dün, bugün ve daima...

3. Bu yaklaşımı hayata geçirmek için en doğru zamanda ve en doğru yerde duruyoruz.

Kapitalizmin 1929 yılından bu yana yaşadığı en büyük krizin tam ortasındayız. Gündüz uykusundan ister istemez uyanmak zorunda kaldık. Yaşadıklarımızın bir illüzyon olduğunu farketmek dışında bir şansımız yok. Kapitalizmin ideologlarının bile marksizmin ana kaynaklarından medet umduğu bir zaman dilimindeyiz. Komünist Manifesto yüzyılların ötesinden gelip yeniden gündemimize giriyor. İşsizlik, tüketim toplumunun açmazları, burjuva toplumunun insanlık dışı yöntemleri en açık biçimde karşımızda duruyor. Türkiye hem bu global çöküşün içinde yer alıyor, hem de kendi sorunlarıyla boğuşuyor. Yeni bir arayışın tam sırası. Siyasetin çıkmaz sokaklarda tutsak kalmasından sıkılmadınız mı? Milliyetci dindarlarla milliyetçi laikler arasında sıkışıp kalmaktan bunalmadınız mı? Öyleyse, “Üç Kuruşluk Opera”nın şarkılarını söylemenin tam zamanı. Kapanış şarkısının son dizelerini tekrarlayalım hep birlikte:
“Karanlığı ve büyük soğuğu düşünün
Büyük haydutlara karşı savaş açın şimdi...”

15 Kasım 2008 Cumartesi

CUMARTESİ YAZILARI


GÜNDEMDE KARGA VAR!
Karga acayip gündemde! Önce Anadolu Hayat Emeklilik reklam filmiyle dikkatimizi çekti. Hatırlayacaksınız, bu filmde sonradan Atatürk olacak olan Mustafa, ekinlere musallat olan kargaları kovalamakta. Reha Erdem’in çektiği filmde kullanılan kargalar, Prag yakınlarındaki bir köyden getirilmiş. Ama daha önce Hollywood’a bile gönderilip Harry Potter filmlerinde oynamışlar. Kargadan çok birer azman kuzgun olan bu yetenekli sanatçılar filmde resmen rol çalıyorlardı... Hemen ardından Can Dündar’ın Mustafa filmi geldi. Afişlerde Mustafa’nın kargaları kovaladığı tarlada oturduğunu görüyoruz. Filmi görmedim ama, kargalar sahnesi öyle pek ahım şahım değilmiş. Sonradan animasyon olduklarını öğrenince keyfim kaçtı tabii. Derken bir de dedikodu sarmasın mı ortalığı...Daha vizyona girmemiş olan Gani Müjde’nin yönettiği Osmanlı Cumhuriyeti fgilminin başında da aynı sahne varmış. Yalnız burada Mustafa kargaları kovalarken ölüyor ve tarihin akışı da birden değişiyormuş! Atatürkçüler elbette buna çok kızdı. Gani Müjde de Atatürkçülüğüme söz ettirmem diye karşılarına çıktı. Atatürk bile anlardı buradaki espriyi, diye ekledi! Yani bu aralar kargalar acayip gündemde! Bu nedenle bilgilerimizi tazeleyelim dedik.

Karga dediğin bir geniş aile

Efendim, bizim “kargagiller” dediğimiz geniş ailenin Latince adı corvus. Kuş gözlemcilerine göre bu familyadan olup da Türkiye’de görebileceğimiz kargalar şunlarmış: Alakarga, saksağan, sarı gagalı dağ kargası, kırmızı gagalı dağ kargası, küçük karga, ekin (tarla) kargası, leş kargası, kuzgun.

Kitap Yaynevi’nden yayınlanmış olan Boria Sax’ın Toplumun Aynasında Karga adlı kitabı, bu ilginç kuş hakkında hazırlanmış en derli toplu kaynak. Kargaların tek eşliliği, zekası ve çeşitli kültürlerde nasıl tanındığı hakkında ayrıntılı bilgiler bulmak mümkün bu kitapta. Örneğin, bilimsel araştırmalar için gerçekleştirilen testlerin, kargaların alet yapımında şempanzelerden bile başarılı olduğunu ortaya çıkardığını buradan okudum. Oxford Üniversitesi’nin zooloji bölümünde incelenen Betty isimli bir Yeni Kaledonya kargas,ı sıradan telleri kullanarak kanca yapmayı başararak, şempanzelerin “en becerikli alet yapan hayvan” olma ününü tehlikeye sokmuş.
Kargaların alet kullanmanın yanısıra, alet yaratma konusunda da büyük bir yeteneğe sahip olduğunu gösteren deneyleri gerçekleştiren Jackie Chappell “bu kadar küçük bir beyne sahip bir yaratığın bu kadar becerikli olması inanılmaz derecede etkileyici” diyormuş.

Japonya’daki bazı kargalar ise cevizleri kırmak için çok zekice bir yol bulmuşlar. Cevizleri alıp havalanıyor, trafik lambasının ışığı kırmızı yanınca pike yapıp, cevizi ışıkta bekleyen bir arabanın tekerleği altına yerleştirip yeniden havalanıyorlarmış. Yeşil yandığında da kırılmış olan cevizleri bir güzel yiyorlar elbette. Benim bir gözlememi de aktarayım buraya. Kargalar, Cihangir ve Gümüşsuyu yöresinde kediler için sokağa bırakılan kuru mamaların kolay bir öğün olduğunu hemen keşfettiler. Kedileri kovmaya bile gerek duymadan sağa sola bakıp rahatça mideye indiriyorlar. Martılar ise daha yeni yeni keşfettiler aynı şeyi... Eh, o kadar fark olacak arada elbette.

Karga uğursuz mudur?

Karga hiç bir kültürde (Amerikan kızılderileri dışında) pek hayırla anılmaz. Efsanelerden edebiyata karga denildi mi, yanında ölüm ve günah da boy gösterir. En büyük suçları leş yemeleridir. Sanki insanlar biftekleri hayvanları öldürmeden yiyorlar! Çoğunlukla hırsızlık yapmakla suçlanırlar. Parlak nesnelere, mesela mücevherlere özel bir ilgi duyuyor ve bunları alıp yuvalarına götürüyorlarmış. Bence bunlar mutlaka dişi kargalardır. Bu nesnelere ilgi duymayan kadın var mıdır acaba? Sonra oyuncu, gürültücü, ağzı laf yapan ve hayırsız olarak anılırlar. Düşünürsek, bunların hepsi insanların da temel özellikleri arasındadır. Galiba insanlar kargayı kendilerine rakip olarak görüyor ve bundan korkuyorlar. Ne dersiniz?

Dilimize de yansımış karga düşmanlığı. “Besle kargayı oysun gözünü”den başlar deyimlerimizdeki karga lanetlemeleri, “karga ile gezen boka konar”a kadar uzanır. Kargaburun, kargacık burgacık, kargasekmez hep bu nefreti yansıtır sözcüklere.
Farsçadan gelen “zağzeban” sözcüğü de kara ağızlı, beddua edici anlamında kullanılır. Tabii “zağ”ın Farsça karga anlamına geldiğini de söylememiz gerekli.

En eski Türk destanlarından biri olan Er-Sogotoh Efsanesi’nde, öykünün kahramanı, cehennem zebanisinin başını kesip paramparça eder. Yalnız kalbinin bir ucu kalır ortada. O da bir karga olup uçar... Yani karga şeytanın kalbinden doğmadır demeye getiriyor! Dinler de sevmez kargayı. Eski Ahit’den beri sürer bu nefret. Habil kardeşi Kabil’i öldürdükten sonra, gömmeyi bilmediği için cesedini ortada bırakır. Ne de olsa yeryüzünün ilk ölüsüdür Habil. Allah Kabil’e rehber olması için iki karga yollar. Bu iki karga kavga ederler ve bu kavga birinin ölümüyle sonuçlanır. Hayatta kalan karga gagasıyla toprağı eşeleyerek bir çukur açar ve ölen kargayı buraya iterek üzerini toprakla örter. Bunu gören Kabil çok içerler ve bir karga kadar akıllı olup kardeşinin ölüsünü gömmeyi düşünemediği için kendini suçlar. İncil’de ise Nuhu’un tufandan sonra karayı bulması için ilk gönderdiği kuşun karga olduğu yazılıdır. Ama karga yiyecek bulunca geri dönmez. Bulduğum kime yeter ki, diye düşünmüştür zavallı. Bu nedenle Nuh ardından güverciin yollar. Sadık kuşumuz sahibine dönerek haber verir. Hazreti Muhammet’in hadislerinden birinde ise öldürülmesi günah olmayan beş hayvandan birinin karga olduğunu (diğerleri çaylak, fare, yılan ve kuduz köpektir) hatırlatmadan geçemeyelim.

Folklor alanında da yaklaşım farklı değil elbette. Ama Orhan Şaik Gökyay’ın aktardığı farklı bir uygulama dikkat çekici . Buna göre Kastamonu’da vakti zamanında karga beslemek yaygın bir gelenekmiş. Şöyle anlatıyor Gökyay: “Karga yavru iken yakalanır, ele alıştırılır, gençler kargalarını alarak kırlara çıkarlar, onları uçururlar ve sonra ‘gelive! goluma gonuve!’ diye çağırırlardı. Ya da ıslıkla onları geri getirirlerdi. Karga, tâ anaçlaşıp eş arayacak zamana gelinceye dek sahibinden ayrılmazdı. Bir de alakarga vardı ki, bunun dilinin altını keserler, ona birkaç kelime söylemesini öğretirlerdi.”

Karga edebiyatı

Edebiyat dedin mi bizim hafızamızda karga faslı Ezop’tan başlar. “Karga ile Tilki” öyküsünü bilirsiniz elbette. Aslında karga milletini aldatmak hiç de böylesine kolay değildir ama masal deyip geçelim. Edgar Allan Poe’nun “Kuzgun” şiiri ise yazarı ile özdeşleşmiştir. Toplu Eserler’inin kapağında Poe ile kuzgunu yanyana poz verirler. Dünyayı bırakıp bizim memlekete gelirsek öyle pek verimli bir manzara çıkmaz karşımıza. Divan edebiyatında kargalar pislik ve kötülük anlatmak için kullanılır. Bütün kötü benzetmeler karga üzerinden yapılır.

Yakın dönem edebiyatında gözümüze çarpan bir iki örnek oldu. Tahsin Yücel’in Düşlerin Ölümü kitabındaki “Erdemli Kargalar”ı konuşur ve insanlık hakkında öğütler verirler. Mahmut Özay’ın “Karga,” adlı öyküsü ise bir kasabadaki karga düşmanlığını konu edinir. İlçe Ziraat Komisyonu son zamanlarda çok çoğaldıkları için ekinlere zarar veren kargalara karşı mücadele başlatıldığını, her ailenin on beş gün içinde iki karga başı getirmezse beşer lira ceza ödeyeceğini açıklar. Nejat Gülen ise “Ben Deli miyim?” öyküsünde Heybeliada’nın kargalarını anlatır. Adanın artık azalmış olan kargaları hakkında önemli gözlemler aktarır bize:

“Akşam oldu mu, gün batarken, bir hüzünle beraber gökyüzünü kaplarlardı. Adanın kuzey yönündeki çamlara inerlerlerse gecelemek için, hava lodos olacaktır, güneye konarlarsa poyraz. Kargalar bilir. Kümeler halinde konarlar ağaçlara, sonra çevreye tek tek nöbetçiler yerleştirirler; biri geliyorsa ormanda, nöbetçi acı acı bağırır, hepsi dikkat kesilirler, tehlikeliyse gelen, nöbetçi anlar, çok daha acı gaklar; sürü horr!.. Kalkar ağaçlardan döner döner havada, uzaklara konar.” Ardından daha önemli bir saptama: “Karga nerede zarar veriyorsa, orada gecelemez. Adanın kargaları denizi aşar Maltepe, Bostancı, Yakacık, karşı sahilde beselenir, geceleyin yatmağa gelir.”

Ahmet Haşim ise bir yazısında kargalara olan nefretini kusar. Her sabah kendini uyandıran karga seslerinden bıkmıştır: “Sanki binlerce makas, semaların laciverdisini doğramak için mütemadiyen açılıp kapanarak, havada cehennemi bir gürültü ile şakırdıyor!” Kargaları insanlığın düşmanlarından ilan ediyor ama, “serçe gibi zayıf bir hasımla döğüşmediğimizi” de bilmeliyiz dedikten sonra devam ediyor:
“İzdivacı insanlardan daha iyi tatbik eden ve şammesi [koku yeteneği] köpeklerden bin kere daha kuvvetli olan bu et yiyici kuş, bir sopayı bir tüfekten ayırmak hususunda en seri bir anlayış kabiliyeti gösteren sayılı kanatlı hayvanlardan biridir.” Ardından ekliyor, “Çoğumuzdan akıllı olan bu çelikten dökülmüş zeki kuşla uğraaşmak için avcı tüfeği değil, mitralyöz lâzım!”

Tam bu yazıyı noktalayacakken Pandora’nın yeni kitaplar bölümünde Taylan Kara imzalı bir kitap görüverdim: Poe’nun Kuzgunu. İnceleme değil bir roman bu. Kuzgun ve Poe kiltürünü zemin olarak kullanan başarılı bir çalışma. Daha yeni başlamama karşın hemen sardı... Bir yerde kuzgunu şöyle anlatıyor: “Bedeninin her yerini kaplayan simsiyah tüyleri, gecenin karanlığıyla birbirine karışıyor, kuzgunun bedeninin hatları, gecenin her yeri kaplayan karanlık gövdesi ile bütünleşiyordu. Bu kuşun gövdesi, geceyle birlikte pencerenin bütün görüş alanını kaplamış, gözleri dışındaki her noktayı, gecenin ve kuzgunun tüylerinin ortaklaşa yarattıkları koyuluğa boğmuştu.” Roman ilerleyen sayfalarında dev bir kuzgun heykelinin simgelediği Corvus medeniyetini de öyküsüne katıyor. Ama şimdilik bu kadar söz edebiliyorum.

Karganın kılavuzluğu

Yazımızın bütününden anlaşılacağı üzere karga pek hayırla anılmayan bir kuş olmuş. Bizim memlekette de karga böyle kış kış kovalanırken, onun değerini anlayanlar da olmuş elbette. “Kılavuzu karga olanın,” deyişine aldırmamışlar belli ki. Adını kargayla bütünleştirmiş bir rock bar var örneğin Kadıköy’de. Karga Bar, çıkardığı dergiyle de karga imgelerini yaymaya devam ediyor. Öte yandan Bozcaada’da üslenmiş bir şarap markası da adını Latincesi olsa kargadan almış: Corvus. Kendilerini tanıtan metin şöyle başlıyor: “Bu büyük düş, bir karganın kanadında geldi ve bu karga bize kılavuzluk etti.” Malum, Bozcaada’nın tarlaları karga dolu binlerce yıldır. Kargalara övgü düzüyor Corvus: “O her geçen gün daha yükseklere kanat çırparken, adanın 3000 yıllık tarihini tekrar okutacak ve Corvus şaraplarını dünyaya duyuracak. Ve işte o zaman kanatlarının arasında getirdiği düş gerçekleşmiş olacak.” Corvus logo olarak kargayı seçmekle kalmamış bir şarabının adını da “Karga” koymuş. Ahde vefa dediğin böyle olur!

Kargadan feyz alan bir de yayınevimiz var. Metis adının mitolojik öyküsünün pek ilgisi yok bizim kuşla. Belki Metis sözcüğünün anlamları arasında yer alan kurnazlık ve bilgelik sıfatları biraz uyar kargaya. Hatta “”hiç kimsenin tapınmadığı tanrısal varlık” benzetmesi de yakışır. Şu veya bu nedenle karganın akıllı ve sıradışı varlığı logolarına ışık tutmuş. Yıllar önce Metis kurulurken ortaklardan biri gözlüklü bir karga çizivermiş. Bugüne kadar güzel kitaplar yayınlanmasına ışık tutan bu sevimli yaratığın çizeri kim biliyor musunuz? Yazımızın başında söz ettiğimiz Anadolu Hayat reklam filmini çeken yönetmen. Yani Reha Erdem. Karga labirentinin öteki ucuna da böylece ulaşmış oluyoruz işte. Ötesine geçmek sizin becerinize kalmış...

KAYNAKÇA

Boria Sax, Toplumun Aynasında Karga, Kitap Yayınevi, İstanbul 2006
Deniz Gezgin, Hayvan Mitosları, Sel Yayıncılık, İstanbul 2007
Dr. Bahaettin Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara 1971
Prof. Dr. L. Sami Akalın, Türk Folklorunda Kuşlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993
Ahmet Haşim, Bütün Eserleri II: Bize Göre/ İkdam’daki Diğer Yazıları, Dergâh Yayınları, İstanbul 1991
Tahsin Yücel, Düşlerin Ölümü, Ataç Kitabevi yayını, İstanbul 1958
Mahmut Özay, Yorgo, Yeditepe Yayınları, İstanbul 1966
Nejat Gülen, Heybelide Yaz Sonu, Engül Yayın, İstanbul 1984
Taylan Kara, Poe’nun Kuzgunu, Hayal Yayıncılık, Ankara 2008


EKLER

PRAG KÖYÜNDEN GELEN KARGALAR

“Anadolu Hayat Emeklilik” reklam filminin yapımcısı Ömer Atay anlatıyor:

“Bu senaryoyu ilk gördüğümüzde kargaların büyük bir problem olacağını düşündük. Düşündüğümüz her şey oldu. Daha önceden tecrübeli olduğumuz hayvanlarla (köpek, at, kedi, martı ve bilumum kuş) ilgilenen arkadaşımız şurdan iki karga buluveririz dedi. İçimizden güldük tabi. Karga bu, kolay mı? Karga bir kabadayı, karga bir efe...

Başladık dünyayı araştırmaya, Fransa, İngiltere, Amerika. İngiltere’den gelen cevap bizim için ok’di. İngiltereye ok dedik ve üç ay dediler. Böyle bir zamanımız yoktu. Tekrardan başladık araştırmaya. Prag’ın dışında yaşayan, kendini hayvanlara adamış, kışın kızını okula geyiklerle yollayan bir adamla tanıştık. Kargaları getirmek kolaydı ama çıkartmak çok zordu. Bunun için altı hafta beklemek zorunda kaldık.

Kargalar gelmeden ön bilgileri geldi. Kargaların yanında sessiz olunacak ve yemek yenmeyecekti. Beş karga beş kocaman kafeste geldi. Adamlar kargalara ne isterlerse yaptırıyorlardı. Tekrar, tekrar, tekrar, tekrar… İki gün boyunca defalarca çektik. Post prodüksiyona filmin sonu için girdik.


KARGALI ŞARKILAR

Müzikte kargalarla en çok ilgilenen elbette rock müziği olmuş. Ne de olsa siyah renkli bir akrabalık ilişkileri var. Adını kargalardan alan bir çok topluluk var. Ama bunları bir kenara bırakalım şimdilik. Şarkılara baktığımızda blueslardan başlayarak bugüne uzanan, Poe şiirlerinden ilham alan onlarca şarkı sıralayabiliriz bir solukta. İşte küçük bir liste:
Washboard Sam, Flying Crow Blues
Dan Fogelberg, As The Raven Flies
Joni Mitchell, Black Crow
Bob Dylan, Black Crow Blues
Nick Cave, Black Crow King
Devendra Banhart, Cripple Crow
Shellac, Crow
Ry Cooder, Crow Black Chicken
Incubus, A Crow Left of the Murder
Tom Paxton, The Crow That Wanted to Sing
Lou Reed, The Raven
Captain Beefheart,Ice Cream for Crow

9 Kasım 2008 Pazar

MÜZİK YAZILARI


SCREAMING JAY HAWKINS
"Rock'n Roll'un Palyaço Prensi"
Evet, I Put A Spell On You şarkısını yazan adam bu... Çılgın, yüz suratlı, vahşi adam. Rock'n'roll'un palyaço prensi, karanlıkların şövalyesi, Voodoo Guru'su (The Guru of Voodoo). İlginizi çekmeye başladı mı?

Hawkins eskiden boksörmüş. Sahne şovlarında sık başvurduğu ayak oyunlarını ringlerden taşımış belli ki. Albüm kapaklarında boynunda yapma bir yılan, burnunda kemikler, bir elinde asa, diğerinde ise kuru kafa ile görürüz onu. Üstünde Afrika desenli, kitch sahne giysileri. "Ben şarkı söylemem, onları bozarım. Sahnede mümkün olmayan şeyleri yapmaya çalışırım. Bundan da hep iyi sonuçlar alırım," diyor. Adamımızın sahne şovlarından etkilenen isimlerin başında Arthur Brown, Lord Sutch, heavy metalin baba isimleri Alice Copeer, Ozzy Osborne (Black Sabbath) olduğunu biliyoruz. Ayrıca funk müziğin gurusu George Clinton ve diğer flaş ismi Bootsy Collins, Hawkins'in sahne performansları ve giyiminden ciddi biçimde feyz almışlar. Bir yerlerde yazmıyor ama Sly Stone ve James Brown da şu ya da bu kadar Hawkins'den etkilenmişlerdir diye düşünmeden edemedim...

Bu çılgın adam garip şarkılar uzmanı. Hawkins parçalarına Alligator Wine, Mosquito Pay, yani timsah şarabı, sivrisinek pastası gibi garip isimler koyar zaman zaman. Bu konuda şöyle diyor: “Eczanelere giderim. Orada doğal ilaçlara bakarım, isimlerini incelerim. Etnik restoranlara gider, menüleri alırım. Sonra önüme koyar, ilginç isimler bulmak için bunları kullanırım.” “What That Is?” albümünde ise acıları anlatıyor. Yorgunluk, yalnızlık, aşk, aldatılmak, hayal kırıklığı, dinsel acılar, mide fesadı, deri yüzülmesi ve hatta kabızlık. " Constipation Blues/ Kabızlık Bluesu şarkısının öyküsü ise şöyle. Hawkins, hayatında hiç kabızlık çekmemiş aslında. En acı verici durumlardan biri olduğunu düşündüğü işbu kabızlık olayını daha iyi anlatabilmek için beş saat kadar, çok afedersiniz tuvalette oturmuş ve sonuçsuz bir şekilde ıkınmış, ıkınmış. Böylece kabızlığın yarattığı her acı anını da fiilen yaşamış. Bir yandan da tuvalet kağıdına notlar almış. Sonra bunları müziğe dökmüş.

Screaming Jay Hawkins 2000 yılında yetmiş yaşlarında iken öldüğünde arkasında inanılmaz bir efsane daha bıraktı. En az 75 çocuğu olduğu söyleniyordu. Bu muhtemel çocuklar birbirini bulmaya çalıştılar. 57’sine ulaşıldığı bir yerlerde yazıyor. Hatta bir de belgesel çekilmiş bu konuda: 57 Screaming Kids! Daha sonra ipin ucunu bıraktım. Belli ki adam hiç durmadan çalışmış da çalışmış! Onu görmek isterseniz Jim Jarmush’un "Mystery Train"ini seyredin. Evet otelin resepsiyonunda suratında bir tek hat oynamadan duran, az ve öz konuşan (ki bu durumun Hawkins’in oynak ve geveze üslubunun tam tersi olduğunu da ekleyelim) kaytan bıyıklı siyah adam bizzat kendisidir.

Bu yazı bu ay çıkan Bant dergisinin 50. sayısında yayınlanmıştır.

1 Kasım 2008 Cumartesi

CUMARTESİ YAZILARI


KİTAP PEŞİNDE SEKSEN YIL
TÜrkiye'nin ilk kitap sergileri
Tam 27 yıldır okuyucular, yazarlar, çizerler olarak TÜYAP kitap fuarlarıyla içiçe yaşıyoruz. Bu yılın Kitap Fuarı’nın açılışıyla birlikte, çok daha eski yıllara dönüp, kitap fuarcılığının tarihine göz atsak nasıl olur diye düşündük...

Bu yılın büyük bir bölümü TÜYAP için hazırladığım “Türiye Sergiler ve Fuarlar Tarihi” adlı kitabın çalışmaları ile geçti. Kitap yıl sonuna doğru yayınlanacak. Çalışmalara başlarken Deniz Kavukçuoğlu, kitap fuarlarının da tarihini araştır, demesin mi... Benim bildiğim kadarıyla bu işin tarihi TÜYAP’la başlıyordu. Ama Deniz ısrar etti, 1930’larda da bir şeyler varmış, bir bak bakalım diye zorladı. Hadi bakalım, otuzlu yılları ara tara, önce hiç bir şey bulamadım. Ama sonra bir gazete haberi, bir fotoğraf, bir broşür derken, inanılmaz bir şey oldu. Evet, her şey gibi,kitap fuarlarının de bir tarihçesi vardı, hem de seksen yıl kadar öncesine uzanıyordu.

Bir öncü: Selim Nüzhet Gerçek

Yaptığımız araştırmalar gösterdi ki Türkiye’de düzenlenen ilk kitap sergisi, 1929 yılında Türk Ocağı tarafından açılan “Türk Matbaacılığının İkiyüzüncü Yıldönümü” adlı bir sergi. Serginin düzenleyicisi (ve kitap sergileri konusunda o dönemin en önemli uzmanı) Selim Nüzhet Gerçek, bu sergi için Türkiye ilk basılan 23 kitabı ve ilk matbaamıza dair bazı belgeleri bir araya getirmişti. Yeni Türk harflerile basılan ilk kitaplar için de özel bir köşe düzenlenmişti.

Bu elbette küçük bir sergi, belki de “sergicik”ti. Bu nedenle Selim Nüzhet Gerçek’in 1932 yılında İstanbul Halkevi adına açtığı “Kitap Panayırı”nı milat olarak almamız galiba daha doğru olacak. İstanbul Darülfünunu [Üniversitesi] meydanında açılan sergi yirmi pavyondan oluşuyordu. Dört gün süren kitap sergisinde yayınlar yüzde on indirimle satılıyordu. Selim Nüzhet bu sergi için şu değerlendirmeyi yapar: “Yurdumuzda ilk defa olarak böyle bir şeye teşebbüs ediliyordu. Orasının [Üniversite Meydanı’nın] bugünkü gibi ağaçlı olmaması yüzünden gözü kamaştıran güneşe mukabil, bereket versin, teşhir edilen kitaplar da gözü kamaştıracak mahiyette idi. İstanbul halkı ilk defa olarak kitabı bir vitrin arkasında değil, karşısında elinin altında gördü. Halk bu suretle kitabı benimsedi, bol bol satın aldı.”

Bir yıl sonra, 1933 yılında kitap sergisi düzenleme nöbeti Ankara’ya geçti. İsmet Paşa Kız Enstitüsü ile Ticaret Lisesi mekanlarında Maarif Vekaleti tarafından bir “Maarif Sergisi” açıldı. Bu sergi kapsamında Ticaret Lisesi Bahçesi’nde bir de Kitap Panayırı düzenlendi. Maarif Sergisi Rehberi’nde bu panayıra şöyle değiniliyor: “Türk Milletini yeni bir nur alemine götüren Türk harfleri ile beş sene içinde memleketimizde çıkan eserleri görmek için Ticaret Lisesi bahçesinde açılan bu panayırı da geziniz. Kitap Panayırında yüzde on eksik fiatla satış yapılmaktadır.”

Beyoğlu Halkevi kitap sergileri

İstanbul’daki Halkevleri yeni bir kitap sergisinin açılması gayretini nedense 1938 yılını ertelemişti. 15 Ocak 1938 tarihinde Beyoğlu Halkevi tarafından açılan Kitap Sergisi 1936 ve 1937 yıllarına ait kitapları bir araya getirir. İstanbul’daki 12 yayınevinin ve kitaplarını kendi çabalarıyla bastıran bazı yazarların katıldığı sergide yaklaşık olarak 500 kitap sergilenir. Bu kitaplar sergi süresince yüzde yirmi indirimle satılır. 1 Ocak 1939 tarihinde Beyoğlu Halkevi’nde açılan ‘İkinci Kitap Sergisi’nde ise 1938 yılında yayımlanan kitaplar toplu halde sunulur. Cumhuriyet’in haberine göre sergide teşhir edilen kitap sayısı gene 500 dolayındadır. Gazete bu kitapların niteliği hakkında da istatistiki bilgiler veriyor: 17 kitap Atatürk konulu, 90’ı sosyal, iktisadi ve hukuki, 120’si hikaye ve roman, 40’ı da çeşitli konulardadır. Kitapların 75’i çeviridir. Sergideki kitaplar Halkevleri, Vilayetler ve CHP Genel Sekreterliği’nden sağlanmıştır. Ayrıca yayınevleri ve kuruluşlar da kitaplar yollamıştır. Bir hafta açık kalacak olan sergide kitaplar yüzde 20 indirimle satılmaktadır. Beyoğlu Halkevi’nin hazırladığı kitap sergilerinin, daha sonraki yıllarda da açıldığını biliyoruz. 1939 yılında açılmayan sergi 1940 ve 1941 yıllarında Ocak ayında tekrarlanır.

Yurt dışına taşınan kitap sergiciliği alanında ise bir ilk olarak, 1937 yılında Atina’da açılan Türk Kitap Sergisi’ni gösterebiliriz. Bu çalışmanın da sahibi olan Selim Nüzhet Gerçek anlatıyor: “Tuttuğum yol dünü ve bugünü mukayese ettirebilmek için teşhir edilen basmaların ilkini ve sonuncusunu birlikte göstermekti. İlk kitapları bugünün kitapları ile, ilk gazeteleri bugünün gazeteleri ile mukayese, aradaki devir farkını hesaba katmak şartile de, meraklılar için çok cazip oluyordu. Serginin ehemmiyeti ve gördüğü rağbet hakkında kısaca bir fikir verebilmek üzere küşat [açılış] merasimini bizzat kıralın yaptığını, müteveffa Metaksas’ın bir saate yakın bir zamanını sergiyi ziyarete hasrettiğini söylemek kifayet eder.” Aynı sergi daha sonra Belgrad’a da götürülür ve İsmet İnönü’nün ve Romanya Kralının katılımıyla açılır.

On Yıllık Neşriyat Sergisi

1939 yılında ise, Hasan Âli Yücel’in Maarif Vekilliği döneminde açılan Birinci Türk Neşriyat Kongresi, beraberinde bir de “On Yıllık Neşriyat Sergisi” düzenleyerek konumuz açısından önemli bir olayın gerçekleşmesini sağlar. “Neşriyat Sergisi” 1 Mayıs 1939’da, Kongre başlamadan bir gün önce Ankara Sergievi’nde açılır. Kongre’nin 2 Mayıs günü yapılan resmi açılışında ise Başvekil Dr. Refik Saydam’ın açış konuşmasından sonra söz alan Hasan Âli Yücel şunları söyler: “Neşriyat işlerinde de tam demokrat bir ruh ve tam realist bir düşünce ile çalışmak ancak cumhuriyet rejiminde kabil olabilmiştir. Cumhuriyet tarihindedir ki, bir taraftan bütün devlet organlarıyla kuvvetli bir neşriyat hareketine girişilmiş, diğer taraftan hususi basım ve yayın kurumlarının emeklerine imkân nispetinde iştirak edilmiş ve çalışmaları böylece takviye olunmuştur. Dün ziyaret ettiğimiz On Yıllık Türk Neşriyat Sergisi bunun canlı bir delilidir. Bu yolda atılmış en müsbet ve inkılapçı adımın Latin esasından alınmış Türk harflerini kabul etmemiz olduğunda bir an bile tereddüt edilemez."

“On Yıllık Neşriyat Sergisi” Cumhuriyet tarihinin o güne kadar açılan en kapsamlı kitap sergisi kimliğini de taşımaktadır. Sergiye katılan yayımcılar ve kitapçılar şunlardır: Maarif Vekaleti, İstanbul Üniversitesi, Ahmet Halid Kütüphanesi, Akşam Matbaası, Âsarı İslâmiye Kütüphanesi, Cihan Kitabevi, Cumhuriyet Kitaphanesi, Cumhuriyet Matbaası, Çığır Kitabevi, Etiman Kitabevi, Hilmi Kitabevi, İkbal Kitabevi, İnkilâp Kitabevi, Kanaat Kitabevi, Remzi Kitabevi, Resimli Ay Matbaası, Semih Lûtfi Kitabevi, Tanevi, Tefeyyüz Kütüphanesi, Türkiye Matbaası, Ülkü Basımevi, Üniversite Kitabevi, Vakit Kitabevi, Yedi Gün Neşriyatı.

Sergiye paralel olarak Maarif Vekaleti tarafından sergilenen kitapları yayınevleri esasına göre bir araya getiren bir de katalog yayımlandı. Neşriyat Sergisi, Mayıs ayında Sergievi’nde kamuoyuna sunulduktan sonra, 22 Temmuz-9 Ağustos 1939 tarihleri arasında On Birinci Yerli Mallar Sergisi kapsamında İstanbul’a taşındı. Ardından 20 Ağustos-20 Eylül tarihlerinde de İzmir Enternasyonal Fuarı’na götürüldü. Hazırlanan katalog, bu iki mekân için ve özel kapaklarla yeniden basıldı.

Kitap Sergileri’nin tek parti yönetimine denk düşen ilk dönem tarihi kısaca böyle. Gerçek kitap sergilerinin yapılabilmesi için uzun yılların geçmesini beklemek zorundayız. Belki de TÜYAP’ın kurulup bu alana el atmasını...

31 Ekim 2008 Cuma

King Kong'un yeni maceraları: ORYANTALİZM


Önümüzdeki hafta cuma günü (7 Kasım) Beşiktaş'ta Misket Şarapevi'nde ORYANTALİZM başlığı altında yeni bir müzik dinletisi yapacağız.

Pekii neler çalacağız? Doğu ritmleri olan her şey. Mesela Natacha Atlas, Hüsnü Şenlendirici, Koçani Orkestar, Nedim Nalbantoğlu, Kultur Shock, Dario Moreno, Asian Dub Foundation, Baba Zula, Transglobal Underground, Ofra Haza, Oojami, Taraf dde Haidouks, Brooklyn Funk Essentials, Replikas, Eartha Kitt, Smadj, Shantel, Kırıka, Dengue Fever, Yasmin Levy, Miss Platnum, Talvin Singh....

Daha pop bir şeyler isteyenler için Murat Meriç’in de takviyesini aldık. Türk popunda oryantal ritmlerden örnekler getirecek. Gecenin bir vakti Türk-İş Funk, King Kong'un yaşama alanında icrayı sanat eyleyecek., Başına geleceklerden sorumli değilim...

Bu gecenin bir diğer özelliği de İsveç’te yaşayan kardeşim Hakan’ın ve eşi Leyla’nın burada olduğu günlere rastgelmesi. Bak şu tesadüfe... Hani onları da görmek isteyen ortak arkadaşlarmız olur diye hatırlatayım dedim...

Gecenin özeti: Kıvır kıvır kıvrılasın, bürüm bürüm bürülesin.... Göbek ata ata ölesin...
Tüm şoparlar buyrun misket oynamaya!

29 Ekim 2008 Çarşamba

PAZAR YAZILARI


MAVİ GÖZLÜ DEV VE TOSCA
Bu son pazar yazısı. Çünkü pazar günleri bu yazıları Star gazetesinde yayınlıyor, sonra buraya alıyordum. Ama kriz dediler, gazeteyle ilişkimi kestiler. Lakin elbette yazacağımız başka yerler de vardır evvelallah! Başlık niye değişti diye merak eden olursa diye bu not, yanlış anlamayın...

Yapı Kredi Yayınları, Nazım Hikmet ve “Tosca”sı Semiha Berksoy adlı bir kitap yayınladı. Bu iki ünlü isim arasındaki mektuplaşmaları bir araya getiren kitap dolayısıyla, Semiha Berksoy’la ilgili anılarımıza hızla göz atıyoruz....

Semiha Berksoy’u ilk kez ne zaman keyfetmiştim acaba? Belki televizyonda gösterilen eski bir Muhsin Ertuğrul filminde söylediği “Ben bir feministim,” adlı şarkısında. Onunla tanışmam da yine bir eski film sayesinde oldu. Türk sinema tarihinin fazla girilmemiş köşelerine burnumu sokarken... İlk sesli filmimiz “İstanbul Sokaklarında” üzerine bir yazı hazırlıyordum. Elimizde tek bir sahnesi kalmamış olan 1931 tarihli bu filmin “güzel ses”i Semiha Berksoy’du. Aradan elli yılı aşkın bir süre geçmiş, acaba ne hatırlıyordur ki, diye ümitsizce düşündüm. İzini bulup bir randevu kopardım. Elinde bir tomar belge ile geldi. Film sırasında tuttuğu günlükler, mektuplar ve eski fotoğraflarla! Yazım ete kemiği büründü. Filmin sesli sahneleri Paris’te çekilmişti. Marsilya’ya kadar vapurla gitmişti ekip. Yolculuğun ayrıntıları vardı ailesine yolladığı eski bir mektupta. Kısa bir alıntı yapalım:

“Dün akşam Messina Boğazı’ ndan geçerken, vapurumuzda birinci mevkide bir balo vardı. Bizleri davet ettiler. Sesimi şarkı söylerken, egzersiz yaparken herkes işitiyormuş. Bana baloda ısrar ettiler, mükemmel cazband vardı. Dans durdu. Balo halkı zengin milyoner Amerikalılar, Holivud’a giden seyyahlar. Türklerden Mazhar Osman ve karısı, bir de Amerikan sefiri vardı. La Bohem operasını söyledim. Hayret ettiler, bir alkış koptu. Sonra Amerikan sefiri bilhassa geldi, rica etti. Madam Butterfly’ı söyledim. Alkış, kıyamet koptu. Türkler tabii çok iftihar ettiler.”

İnanılmaz bir bellekle karşı karşıyayım

Bu yazıdan sonra, o zamanlar hayatta olan ilk güzellik kraliçemiz ve sinema tarihimizin erken dönem yıldızlarından Feriha Tevfik’in peşine düşmüştüm. Semiha Berksoy ve Feriha Tevfik akraba çıkmasınlar mı! Feriha hanımın Bostancı’daki evine Semiha Berksoy’la birlikte gittik. Eski anılar, fotoğraflar, belgeler arasında kendimi kaybetmiş bir haldeydim... Hafızası pek güçlü olmayan Feriha Tevfik’in tersine Semiha hanım inanılmaz bir belleğe sahipti.

Semiha Berksoy’la arkadaşlığımız aralıksız devam etti. Beni Cihangir’deki evine davet edince onun ressam yönünü de tanıdım. Bu küçük daire tepeleme tablolarıyla doluydu. Tablolarının bir bölümünün temel konusu Nazım Hikmet’di. Yaşadıkları aşkı anlattı. Anlatmasına gerek yoktu, resimleri de bunu kanıtlıyordu zaten. Bu evdeki yatağın üzerindeki örtüler bile Nazım’a adanmıştı. Eski bir sandığı açınca, yaşamı boyunca tuttuğu notlar, mektuplar, fotoğraflar çıktı karşıma. Fikret Mualla’nın resimleyerek yolladığı mektuplar olağanüstü güzellikteydi. Eski ses bantlarından, seslendirdiği aryaları dinledik. Yetmedi, bizzat söylemeye başladı. Semiha Berksoy, kendisiyle ilgili her şeyi toplamış, onlarla birlikte yaşıyordu. Ruhu yirmili yaşlardan bu yana gün bile almamıştı. Dimdik ayakta duruyordu...

Mezardan gelen mektup

Sonraki yıllarda onun resimlerinin değeri iyice ortaya çıktı. Retrospektif sergiler açıldı, kitaplar yayınlandı. Genç nesiller de onu tanımaya başlamıştı. Kutluğ Ataman’ın çektiği “Semiha Berksoy Unplugged” bunun tanıklığıdır. Yaşamının son döneminde genç kuşaklarla onu bir araya getiren bir diğer olay ise Babylon’da Baba Zula ile verdiği konserdi. Semiha hanım bu konserde 1935 yılında Yedigün dergisinde yayınlanan ve Nazım Hikmet’e ithaf ettiği “Mezardan gelen mektup” adlı öyküsünü seslendirdi. Killing giysileri kuşanmış olan Baba Zula ile Semiha Berksoy’un bu “olağanüstü” konserinin bir kaydı yapılmışsa mutlaka DVD haline yayınlanmalı!

Elimizdeki Semiha Berksoy ile Nazım Hikmet arasındaki mektuplaşmaları bir araya getiren kitap ise, bu iki efsane kişiliğin arasındaki sevgi dolu öykünün bilinmeyen noklatalarını aydınlatıyor. Nazım Hikmet’in hapishanelerde geçen yıllarında, Semiha Berksoy’un resimleri, plakları ve mektuplarının ona nasıl güç verdiğine tanık oluyoruz. Mavi gözlü devin Tosca’sına yazdığı satırlarla bitirelim: “Çiçekleri ve üzümü aldım. Gözlerim ve dilim için bundan nefis ziyafet olamaz...”

19 Ekim 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


KÜTÜPHANE CİNİ
Alberto Manguel sevdiğim bir yazar. Geceleyin Kütüphane adlı kitabında bize yine kitaplar, kütüphaneler, okumak ve yazmak konuları etrafında bir gezi yaptırıyor. Ben de bu kitabı vesile ederek, kişisel bir kütüphane tarihi yazmak istedim. Buyrun üst raflara!

Alberto Manguel çevirmen, editör ve yazar. O müthiş Hayali Yerler Sözlüğü’nün yazarı. Geceleyin Kütüphane kitabında yolculuğuna kendi evindeki kütüphaneden başlıyor. Ardından Eski Mısır’dan Arap dünyasına, Çin’den Roma’ya, yazarların kişisel kütüphanelerinden internet kütüphanelerine uzanıyor. Ele aldığı kavramın, yani kütüphanelerin tarih içindeki yerini anlamamızı sağlıyor.

Kitaptan başımı kaldırıp kütüphanelerin benim yaşamımdaki rolü üstüne düşünmeye başladım. İlk tanışmamız ilkokul dördüncü sınıfta olmuştu galiba. Ankara Bahçelievler’inin çocuk ve halk kütüphanelerini keşfetmiştim. Raflarda dururdu kitaplar, benim arkamda kalan kırklı yılların zengin çocuk edebiyatını buralarda tanımıştım, Baytekin'ler, Binbir Roman'lar, ucuz polisiye dizileri. Okuldan çıkar, kütüphaneye dalardım. Evde de zengin bir çocuk kitapları koleksiyonum da vardı. Çoğu Dogan Kardeş Yayınları’ndan çıkmış kitaplardı bunlar...

Ortaokul ve lise yıllarında, tamam yine zaman zaman kütüphanelere giderdim ama, memlekette kitapçıların da olduğunu farketmiştim. İzmir Karşıyaka yılları... İpek Sineması’nın hemen yanındaki eski kitapçı Nevzat, benim her tür basılı eski malzemeyle tanışmamı sağlayacaktı. Onda PX’lerden çıkma ( İzmir’deki Amerikan askeri personelinin alışveriş ettiği market, Post Exchange’in kısaltılmışı) plaklar, eski romanlar, Playboy ve Mad dergileri, resimli takvimler; yani ne ararsan vardı. Ben bunların arasına girip kendimi kaybederdim. Ama bu yazıda yaşamımdaki kitapçılara da yer verirsem hiç bir yere sığamayız. Yine kütüphanelere dönelim.

Alberto Manguel'in kütüphanesi

Eski Milli Kütüphane

Kitapların da cini olurmuş. Adı da Kebikeç’miş bu cinin. Herhalde bu cinin anavatanı kütüphanelerdir. Bana da buralardan bulaştı kütüphane cini. Üniversite’ye Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde başladım. Tiyatro bölümüne girmiş, araştırmacı ruhumu keşfetmiştim. Kızılay’da evimin hemen yakınlarındaydı eski Milli Kütüphane. Kartoteksler, fişler, raflar dünyasına daldım. Sık sık gittiğim bir diğer kütüphane de okulun yanındaki Türk Tarih Kurumu’nun kütüphanesiydi. Yapı olarak da çok etkilendiğim bu kütüphanenin mimarının Turgut Cansever olduğunu çok sonraları öğrenecektim.

Fakülteden sonra İzmir’e dönerek yeni açılan Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde asistanlığa başladım. Bilimsel çalışma artık sadece bir merak değil görev olarak da tüm haşmetiyle karşımdaydı. Yine kütüphaneler devreye giriyordu işte. İzmir’de eski ve muhteşem bir yapı olan Milli Kütüphane baş yardımcımdı. Giderek kütüphanedeki dostlarım arttı ve arka taraflara da girip rafları karıştırmaya başladım. Burada kayda geçmemiş çok değerli dökümanlar da vardı. İzmir’in eski sigorta haritaları, Türkiye’de 1910 yılında çekilmiş en eski renkli fotoğrafların albümleri ilk aklıma gelenler. Yıllar sonra gidip yeniden aradığımda hiçbirini bulamadım. Ya yine kayıtsızdılar, ya da buharlaşıp uçmuşlardı!

Bu kütüphanede o yıllar İzmir’deki sanatsal çalışmalarını üstlendiğim Türkiye İşçi Partisi’nin de ihtiyaçları karşılanırdı. Örneğin 1976 yılının 1 Mayıs gecesi yapılan kutlamalar dolayısıyla, 1 Mayıs’ın tarihiyle ilgili ana kaynaklara uzanan bir araştırma yapmıştık. Illustration dergileri esas olmak üzere eski dergileri tarayıp yüzlerce fotoğraf çekmiştik. 1908 yılında Türkiye’deki demiryolu grevleri bile yer alıyordu bu dergilerde. Gece boyunca çektiğimiz diapozitifler gösterildi. Milli Kütüphane’nin enternasyonalizme naçiz atkısı!

İskenderiye Kütüphanesi

Mekan olarak kütüphaneler

Kütüphaneler mekan olarak da her zaman beni etkilemiştir. Mümkünse depolara kadar girip, buradaki havayı koklarım. Tabii koklamakla kalmam, karıştırmasını daha çok severim. Çalıştığım belgeselerde, hem bilgilerimi arttırmak için kütüphanelere girdim, hem de mekan olarak buraları kullandım. Yıllar önce TRT için çektiğimiz “Çarşı Pazar İstanbul”da, 2. Abdülhamit’in fotoğraf albümlerinde yer alan fotoğrafları çekmek için Nadir Eserler Kütüphanesi’ne gitmiştik. O eski albümleri karıştırmak müthiş bir duyguydu. Şimdi isteneseniz de böyle bir şansınız yok. Küçük kontakt baskılardan seçip taramasını alabilirsiniz en fazla...

Yine bir belgeselde İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin kütüphanesini kullanmıştık. Yüzyılı aşkın bir tarihi olan bu eski tip kütüphane hala büyüleyici güzelliktedir. Merdivenlerle çıkılan balkonları vardır. Yolunuz düşerse bir ziyaret etmenizi tavsiye ederim...

Her eve bir kütüphane

İşin bir başka yönü daha var. Türkiye’deki sıkı okur-yazarların çoğunun evi zaten kendi çapında bir kütüphane gibidir. Benimki de öyle oldu... Bunun nedeni öncelikle Türkiye’nin hızlı değişimi içinde sürekli ortadan kaybolan kitapları elinizin altında tutmak istemenizdir. İkincisi de kütüphanelerde çalışmanın hiç de kolay olmaması. Aradığınızı bulamazsınız, bulsanız ulaşamazsınız, ulaşsanız da bir bakarsınız kütüphane tadilata geçmiş! O zaman geriye kendi kütüphanenizi oluşturmak ve geliştirmek dışında seçim kalmıyor. Ama kendi kütüphanemin öyküsü de başka bir yazıya kalsın.

Son otuz yıl boyunca yaptığım tüm çalışmalarda kütüphanelerin önemli katkısı vardır. Bunu inkâr edemem. Ama artık elimden geldiğince az gitmeye çalışıyorum kütüphanelere. Nedenleri mi? Hangisini anlatsam acaba?

Örneğin bana yakın olduğundan ve zengin koleksiyonlarından dolayı benim en sık başvurduğum Atatürk Kütüphanesi bir yılı aşkın süredir kapalı. Tadilat yapılıyor! Ama açılış tarihi de habire ileri atılarak. Bu nedenle buradan yararlanmak mümkün değil. Beyazıt Milli Kütüphanesi’nin süreli yayınlar bölümü depremden sonra zor toparlandı. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nin çok değerli kitaplara sahip olan Nadir Eserler Bölümü ise oradan oraya taşınarak yıllarca kapalı kaldı... Bu liste uzar gider...

Söz ettiğim kütüphanelerde çalışmak da kolay değil. İstediğiniz kitaplar ve süreli yayınlar depodan pek ağır çıkar, yenisini almak için de saatlerce beklemek zorunda kalırsınız. Bu aralar daha hızlı çalışabildiğim için gazete taraması yaparken Basın Müzesi Kütüphanesi’ni kullanıyorum. Özel kurumların kütüphaneleri de hem gitgide gelişiyor, hem de araştırmacılara daha iyi hizmet veriyor. Yapı Kredi Kütüphanesi, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, Tarih Vakfı Kütüphanesi en sık gittiğim yerler. Çelik Gülersoy’un kurduğu İstanbul Kitaplığı’nın ve Haliç’teki Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin de kendi alanlarında önemli merkezler olduğunu söylemeden geçmeyelim.

Gelin bu yazıyı şöyle bitirelim. Yaşamını okuyup yazarak geçiren bir kişi olarak kütüphaneleri severim. Onlara hep ihtiyacım olmuştur, olacaktır da... Kütüphaneler biraz da benim evimdir. Buralarda kütüphane cinleriyle başbaşa yaşıyıp gidiyoruz işte...

12 Ekim 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


DÜŞ VE DEVRİM
Geçtiğimiz bayram tatilini Stockholm ve çevresinde geçirdim. Bu ilk İsveç gezisinin anılarını sizlerle paylaşmak istedim. Sergiler, izlenimler, övgüler ve yergiler. Bir kuzey ülkesinin sıcakkanlı yorumu.

Stockholm’u bu kadar beğeneceğimi hiç sanmıyordum diyerek gireyim söze. Sevdim; çünkü biz İstanbul’da yürüyecek iki-üç kilometrelik bir güzergâh bulamazken, adamlar tüm şehri yürüyüş parkuruna çevirmişler. Üstüne üstlük dümdüz bir memleket! Dahası, siz daha yaya geçidine gelmeden otomobiller durup yol veriyorlar! Yaya olarak böylesine şımartıldığımı hiç hatırlamıyorum... Ama trafik açısından ilginç bir başka olgu daha çıktı karşıma: Bisiklet meselesi. Efendim, tüm yaya yollarının yarısını bisikletlere ayırmışlar. Tüm şehri bisiklet sırtında gezmek mümkün. Lakin bisikletliler öylesine gaddar ki, onların yoluna yanlışlıkla inmeye görün, aman demeyip hemen çarpıyorlar sırtınıza. Otomobillere değil ama bisikletlere dikkat etmekten illallah dedim! Bisikletin kitabını yazmış biri olarak, bisikletten korkacağım günlerin de geleceğini hiç düşünmemiştim açıkçası....

Övgülere devam edelim... Stockholm, aslında tüm İsveç bir büyük orman. Kentin her yeri korular, parklarla tıkış tıkış. Bu da bizim için başka bir keyif oldu. Hele tatilin sonuna doğru Kuzey denizi adalarının en batısına, Möja adasına yaptığımız yolculuk tüm yılın doğal zenginlik kotasını doldurarak, uzun bir süre bizi idare edecek kadar keyif verdi. Dört saatlik bir gemi yolculuğundan sonra ulaşılan bu adada iki keyifli gün geçirdik. Adanın tek lokantası, Stockholm’den özel olarak gelen konukları bile ağırlayacak denli meşhur. Balıkları ve deniz mahsullerinden yapılmış spesyaliteleri çok başarılı. Zaten İsveç’te doğru dürüst yemek yemeyi bir tek burada başardık. Artık bizim cehaletimizden mi, memleketin damak zevki eksikliğinden mi geliyor bu durum, bilemem... Möja ile ilgili son bir söz daha söyleyip geçelim: 360 derece gökyüzü, olağanüstü bir ışık ve her köşede kuşburnu ağaçları!

Siyah giymiş kadınlar ülkesi

Sadece güzel şeylerden söz etmeyelim. Göze batan hadi çirkinlik demeyelim, zevksizlikler de çıktı elbette karşımıza. İsveç kadınları sanıldığının aksine hiç de çekici değil. Asık suratlı ve hepsi karalara bürünmüş. Kabanlardan elbiselere, çizmelerden çoraplara kadar siyahlar. Bir giyim mağazası Black Collection adını taşıyordu ve sadece siyah renkli elbiseler satıyordu. Her halde en muteber dükkanıdır memleketin! Bir İsveçli arkadaşım (Johan) bu “kara”lığın nedenini, ülke kadınlarının erkeklerle rekabeti iyice abartmalarına bağladı. Öylesine erkekleşiyorlar ki, ayrı bir cins olmanın güzelliği de güme gidiyor arada diye ekledi. Ben bir yerde sadece bir hafta kalarak kadınlar hakkında bir söz söyleme hakkını kimsenin edinemeyeceğini düşündüğümden susuyorum. Kadınlar açısından diğer bir ilginç gözlemim de, mutlaka çocuklu olmaları. Kucaklar, sırtlar, arabalar yeni mahsul çocuklarla dolu. Ne de olsa tüm ülkede dokuz milyon kadar insan yaşıyor. Devletin nüfus çoğaltma politikasına destek verdikleri açık...

Göz zevkimizi bozan bir diğer İsveç izlenimi de estetik düzeyin yetersizliği oldu. Reklam filmleri bir felaket! Tasarım açısından da sınıfta kalıyorlar. Ulusal Müze’nin İsveç tasarım tarihine ayrılmış bölümünü bu gözlemimizin kanıtı olarak sunuyorum.... Binalar güzel güzel olmasına da, onların farklılığı eskiliklerinden geliyor belli ki. Üçyüz, dörtyüz yıllık binalar var caddelerde. Hepsi de şıkır şıkır...

Komünist Manifesto nasıl sahnelenir?

Sanat ve kültür açısından zengin bir kent sayılabilir Stockholm. İlk olarak İsveç’te yaşayan kardeşim Hakan’ın da katıldığı bir sergiyi gezdik. “Yerdeki Yığın” adını taşıyan bu sergi değişik sanatsal çöpleri bir araya getirmiş. Hakan kendine verilmiş alanda, İsveç tarihinden gelen bir ayıbı sergiliyor. 1935 ile 1975 yılları arasında Uppsala’daki Devlet Soybiyolojisi Enstitüsü eliyle sürdürülen ”temiz olmayan ırkları zorunlu kısırlaştırma politikası”nı konu edinen bir eser bu. Çarpıcı bir çalışma. Aslında günümüzde de geçerliliğini sürdüren “göçmenlere karşı” politikanın tarihi de buralarda gizli. Serginin yer aldığı galerinin sahibi Dror Feiler aynı zamanda bir müzisyen. Saksafon çalıyor ve bir sürü piyasada bulunmayan “collectable” album sahibi. Bana verdiği bir albümü dinledim. Free cazla minimal gürültü arasında bir noktada. Pek hoşlanmadım ama ilginç. Öteki çalışmalarını ise evlerinde otururken çaldığı kadarıyla biliyorum. Yahudi kökenlerine bağlı progressive bir caz anlayışı var. Ama Dror’un esas ünü aktivistliği. Güney Amerika gerillarından, Filistin halkının direnişine kadar burnunu sokmadığı eylem yok. Bizzat içlerine giriyor ve cephede bile saksafonunu üflüyor düşman üstüne!

Dror Feiler bir de oyuna müzik yapmış. Komünist Manifesto’nun ilk iki bölümünü sahneye koyan bir oyun bu. Galada yer yoktu. Hakan ve eşi Leyla gittiler. Dror bize de hafta içindeki gösteride yer ayırdı. Ama gala gecesi izlenimlerini alınca, oyuna gitmekten vazgeçtik. İlk yarı 1 saat 45 dakika sürmüş. Çok az eylem, bol bol söz. Söz dediğin de Manifesto’nun sahneden okunması, hem de İsveççe. Zaten soru da pek netametliydi: Komünist Manifesto nasıl sahnelenir? Herhalde böyle olabiliyor işte! Dror’un müzikleri güzelmiş denildiğine göre, belki bir gün album yaparsa o zaman dinlerim…


Benim adamım Max Ernst

Stockholm’de beni hoş bir sürpriz beklediğini ise ikinci gün farkettim. Modern Müze’de bir Max Ernst sergisi açılmıştı. Salvador Dali sergisiyle ilgili yazımı okuyanlar belki hatırlar. Gerçeküstücülük denince benim has adamım Max Ernst’dir. Bu nedenle işbu sergiyi yakalamak beni çok sevindirdi. Modern Müze, kentin en başarılı müzesi kanımca. Serginin koleksiyonları, modern sanatı tanıtmak için en nadide eserleri bünyesine katmış. Marcel Duchamp adına ne biliyorsam, hepsini burada görme şansını buldum mesela…


“Düş ve Devrim” adını taşıyan ve çok başarılı bir sergileme düzeni içinde sunulan Ernst sergisi, kronolojiyi esas alan dört bölümde geziliyor. “Almanya dönemi: 1891-1922”, “Fransa yılları: 1922-1941”, “Amerika: 1941-1953” ve “Avrupa’daki son yılları: 1953-1976”. Sergide ressamın resim, kolaj, heykel ve çizimlerinden oluşan 150’yi aşkın işi sergileniyor. Hepsi birbirinden çarpıcı olan bu çalışmalar içinde kişisel tarihimde özel yeri olanlar da vardı. Bir Albert Camus kitabınının kapağına yapıştırdığım Pieta (ya da Geceleyin Devrim) önünde uzun uzun durdum. “Celebes Fil’i” adlı resim ise, vakti zamanında E Yayınlarından çıkan Elio Vittorini’nin Fil adlı kitabına yayınevi tarafından uygun görüldüğü için hafızama kazınmış. Tanıdığım bütün önemli Max Ernst’ler (ve tanımadıklarım elbette) buradaydı. İşte nedense beni hep çok etkilemiş olan “Bütün Şehir” tablosu. İşte o inanılmaz kuşlar serisi. Ve elbette hepsi birer Kafka öyküsünden fırlamış gibi insanı çarpan gravürleri. Daha once bilmediğim heykeltraş yönü de çok etkileyici Ernst’in. Özellikle Capricorne başlıklı kral ve kraliçeyi bir arada gösteren anıtsal çalışması… Sergi dolayısıyla hazırlanan kitap bilgi ve malzeme açısından doyurucu, ama kapağını Ernst görse tasarımcıları mutlaka döverdi. Öylesine sıradan ki!

Max Ernst’e kilitlenirsem bu yazıyı bitiremeyeceğim. Son bir iki not daha Stockholm’dan. Ulusal Müze hiç heyecan verici değil. Oradaki bir geçici sergi ilgimi çekti: “Zamanın Yüzleri”. Saatlerin tarihini sergilemişler. Ama bilmem sunuşu mu kötüydü, yoksa saat denilen cisimler sergilenince monoton bir hale mi geliyordu, anlamadım. Sıradan bir sergi çıkmış ortaya… Geldik, gördük, gezdik işte. Bir dahaki sefere de bıraktık bir şeyler. Velhasıl Stockholm, özellikle baharları, keşfetmek için ideal bir şehir… Benden söylemesi…