17 Mart 2008 Pazartesi

KİNG KONG İSTANBULDA 4


Evet yine bir King Kong partisi. Evet yine Misket'te. Evet yine işin başında Gökhan ve Can birlikte. Elbette yine bir acayip müzikler çalacaklar.
Ellerindeki albümlere bir bakalım? İlk gözümüze çarpanlar arasında Screaming Jay Hawkins, Brigitte Bardot, The Dresden Dolls, Mungo Jerry, Grace Jones, Sex Mob, Marilyn Monreo, Devo, Jimmy Castor Bunch, Jane Birkin, Pizzicato Five, Boney-M, Tiger Lillies, Eartha Kitt, Bonzo Dog Doo Dah Band, Yma Sumac, Tomita, April Stevens, Messer Chups, Clara Rockmore, Dario Moreno, Martin Denny, Klaus Nomi, , Sophia Loren, Chuck E. Weiss, Natacha Atlas, Big Bad Voodoo Daddy, Yello, Amanda Lear, Falco, Brian Setzer Orchestra, Kultur Shock ve daha adını bile bilmediğimiz nicesi...
Garip, saçma, komik, erotik... Bir garip şarkılar işte.
Dans için de göbek havaları, eski twistler, labaluba funklar, skalar filan emre amade...

Gelin, görün, ibret alın!

21 Mart Cuma saat 20.15'den itibaren
Misket Şarabevi ( Beşiktaş Balıkpazarı'ndaki kartalın kuyruğu istikametinde sağdan 2. sokak)
Tel. 212. 2275923

PAZAR YAZILARI


BİR GÜZEL İNSAN DAHA GİTTİ
Bahsettiğim güzel insan Nedim Otyam. Türk sinemasının ilk özgün müzik yazarı. O da göçtü gitti bu dünyadan. Bir türkü gibi, uzun hava gibi yaşadı. Size onu bir nebze tanıtmaya çalışacağım...

Nedim Otyam’ın babası 1887 doğumlu Vasıf İbrahim Bey, 1913 yılında İngilizlerle yapılan “Kanal Harekatı” savaşı nedeniyle Yemen’e atanır. Burada ikinci eşi Naciye Hanım’la evlenir. Savaşın son günlerinde İngilizlere esir düşer. Bu yılları Nedim Otyam’ın kardeşi Fikret Otyam şöyle anlatır: “ Esir zabit Vasıf İbrahim de Batı müziğiyle esarette tanışmış, yadırgamış önce bu çok sesli müziği, sevmemiş, ama zamanla dinleye dinleye sonunda onsuz edemez olmuşlar. İnönü de anlatırdı Batı müziğini Yemen’de tanıdığını ve İnönü ölene dek dinleyicisi olmuştur Batı müziğinin. Ama bizimki bırakmaz büyüyüp geliştiği müziği niceleri gibi, ne de olsa Osmlanlıdır yine de, vazgeçemez Hafız Burhan’dan, Hafız Saadettin, Hafız Feryadî Hasan’dan, Hafız Ahmet’den, Tanburî Cemil Bey’den ve benzerlerinden.”

Nedim Otyam’ın müzikle tanışıklığı işte bu babaevi yıllarına kadar uzanır. Babası Vasıf İbrahim artık Konya Aksaray’ın tek eczacısıdır. Evde tahmin edileceği gibi müzik dolu bir ortam vardır. Saz üstadları gelir çalarlar. Kasabanın tek gramofonu onların evindedir. Hem Yanık Ali’nin türküleriyle, hem de Lizst’in Macar Rapsodisi’yle büyür Nedim. Okulda Musiki Muallim’den gelme bir müzik hocasından ders alır. Ardından Aksaray Bandosu’nun kurucularına katılır. Kendisine saz olarak trompet kalmıştır, bağrına basar. Müzik onun yaşamı olmuştur artık...

Ortaokuldan sonra Ankara’ya gidip Musiki Muallim Mektebi’ne yazılır. Burada hocalık yapan Emin Türk Eliçin ve Sabahattin Ali ile tanışır. Ruhi Su yakın arkadaşıdır o yıllarda. Hafta sonları Ankara Radyosu’nda Ayşe Abla’nın (Neriman Hızır) yönettiği Çocuk Saati’nin müziklerini yapmaya başlar. Çocuk korosunun Nedim ağabeyi olmuştur. Koro do korodur ama. Yıldız Kenter, Azra Gün, Erdoğan Çaplı, Semih Sergen gibi isimler vardır bu çocuklar arasında. Hedefler giderek büyür. Nedim Otyam, Riyaseti Cumhur Orkestrasında (şimdi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) dördüncü trompet olarak çalışmaya başlar. Fraklar dikilir, rugan pabuçlar giyilir. Çalmak yetmez bestelemeye başlar. Aksaray’dan kulağında kalanları döker önce notalara : “Ramazan Davulu” ilk eserinin adıdır. Ardından askere gider. Geçirdiği bir rahatsızlık nedeniyle İstanbul’a göçmek zorunda kalır. Arkadaşı Faruk Yener sayesinde radyoda bir saat hazırlamaya başlar: “Yurdun Her Köşesinden Deyişler ve Söyleyişler”. Programda Orhan Veli’den şiirler okunmakta, türkülerin hikayelerini anlatılmaktadır.

Bir tesadüf sonucu film müziği yapması için teklif alır. İlk filmi “Dudaktan Kalbe”nin müziği için bin lira verilmiştir. İyi para! Yapımevi yeni çekilmiş “İstanbul’un Fethi“ filminin de müziğini yapmasını ister ondan. Bakar ki bu iş mesleği olmaktadır, daha ciddiye almalıyım diye düşünür. Filmleri izleyerek paralel bir biçimde müziklerini yazmaya başlar. 40-45 kişilik bir orkestra kullanarak herkesi şaşırtır. Ama Türk sineması da ilk kez böyle bir özgün müzikçi ile tanışmış olur... Yıllarca sürer bu uğraş, Altın Portakal’larla ödüllendirilir...

Sinema iyice kanına girmiştir. Müzik yetmez, yönetmenliğe atılır. İlk filmi Atlas Film için çektiği “Yurda Dönüş”tür. Türkü kliplerinden oluşan bir yapısı vardır bu filmin. Ardından Aşık Veysel üzerine bir film çekmeye niyetlenir. Türküleri tek tek inceler; senaryosu için kardeşi Fikret Otyam’la ve Bedri Rahmi’yle konuşup çalışmaya başlar. Ama araya yapımcılık hevesi de girince, Aşık Veysel filmi başkasına yar olur. Yine kardeşi Fikret’in bir hikayesini, “Toprak”ı filme alır. Aksaray üzerine bir belgesel tadında diye hatırlanır bu film..

Aynı yıllarda edebiyatçı tayfasıyla içli dışlı olur haliylen. Ama özellikle Orhan Veli’yle... Aslında arkadaşlıkları Ankara yıllarına kadar uzanır. Lambo’da çok kafa çekmişlerdir birlikte. Ölümü erken gelir Orhan’ın. Giderek sinemanın bonolu, dedikodulu dünyasından sıkılır. Herşeyi bırakıp Marmara Ereğlisi’nde meyhanecilğe başlar. Ama ne çare ki arkadaşı Yılmaz Güney peşini bırakmaz. Zorla götürüp “Seyyit Han”ın müziğini yaptırır Otyam’a. Bundan sonrası yine film müzikleri, yine ödüller. Uzun hocalık yılları. Konservatuarlar, senfonik çalışmalar... Dedim ya güzel bir insandı... Onu hatırladıkça nedense hep sevdiğim türküler geliyor aklıma.

KUTU:

Nazım Hikmet’in Türkiye’deki son gecesi

Nedim Otyam anlatıyor: “Yıl 1951, İpek Film’le çalışıyorum. “Lale Devri” Şair Nedim dönemini anlatıyor. Aynı anda “Barbaros Hayrettin Paşa” filmi de çekiliyor, içiçe... Birini Vedat Ar çekiyor, diğerini Baha Gelenbevi.
Hapisten yeni çıkan Nazım Hikmet de İpekçiler’le çalışıyor. İhsan Bey, “Bir ricam olacak, süpervizörlüğü Nazım bey yapıyor, onunla ne istiyor diye bir konuşur musunuz,” dedi. Ben de stüdyodayım. Nazım Hikmet film çekiminden çıktı. “Efendim,” dedim, “İhsan bey sizinle görüşmemi istedi, ben Nedim Otyam,” dedim. “Oooo” dedi, elime sarıldı, “Filmlerinizi izledim, hepsi bir harika,” dedi. Nazım Hikmet, “Senaryoyu size verdiler mi,” diye sordu. “Verdiler, çekimleri boyuna izliyorum, çıkan pasajları sahne sahne görüyorum, tümü bağlandıktan sonra tamamını izleyeceğim.” “Bakın” dedi, “ben kelimelerin ustasıyım, siz notaların ustasısınız, ben size şunu yapın diyemem”. Sonra ekledi, “Siz ne yaptınız daha evvelki filmlerde?”. “Film ne isterse onu yaptım” dedim. “O zaman burada da onu yapın,” dedi, “Siz yolu bulmuşsunuz, ne rejisöre ne de patrona çalışıyorsunuz, siz filme çalışıyorsunuz,”. Ben hemen bir odaya yatağımı koymuşum. Dedim ya film çekilirken izler, kendimi konsantre ederim. İpek Film’de yatıp kalkıyorum. Atlas Film’de de öyle yapardım, aşağıda odam vardı, yatağım vardı, çekimleri izlerdim, bir de piyanom vardı. Senaryoyu okurum, çekimleri seyrederim, montaja girerim, sonra filmi defalarca izlerim, müzik senaryosunu yazarım. Ertesi gün Nazım Hikmet’le aramızda bir dostluk peydah oldu, beraber çay içmeye başladık, bana gelip “neler oluyor, nasılsın dostum” diye sorardı. Bir akşam, beraber yemek yedik. “Burada nasıl yemek yiyorsunuz” diye sordu. “Valla, adamlar gidiyorlar, sandviç yaptırıyorlar, güzel balık yumurtası koyduruyorlar, yağ koyduruyorlar, bir de yanında süt getiriyorlar, nefis oluyor,” dedim. “Hadi, biz de yiyelim” dedi. İri iri kırmızı havyarlar, yağ sürülmüş olaraktan, büyük sandviç ekmeklerinde, Nişantaşı’ndan un fabrikasının olduğu yerden geldi. Nazım bey şöyle bir içlerini açtı, baktı. “Türkiye ben görmeyeli çok gelişmiş, bu çok lüks değil mi?” dedi. “Yoo, herkes yiyor bunu” dedim. “İşçi de bunu mu yiyor” dedi, “desene Türkiye’nin işçisi havyar yemeye başlamış”. Ama bunu öyle bir söyledi ki, “bok yemeye başlamış,” der gibi. Gülmeye başladık Sabaha kadar oturduk. O gün gelmedi. Ertesi gün gazetelerden Nazım’ın gittiğini okuduk. Meğer her gün imzaya gidermiş, o gün gitmemiş, yurtdışına kaçmış. Yani gittiği gün sabaha kadar bir aradaydık.”