30 Aralık 2009 Çarşamba

ARŞİVDEN


YILBAŞIDIR BUNUN ADI...
Yılbaşı bir Cumhuriyet çocuğu. Yani tarihimize sonradan giren hoşluklardan. Osmanlıda yok. Eski takvimle bugünkü arasında bir ilgi de yok zaten. Hicri takvim, miladi takvim olaylarına hiç girmeden, sözün kısasını seçelim. Osmanlıda yılbaşı, memleketin hıristiyan tebalarını ilgilendiriyordu sadece. Yılbaşı "Noel" dönemi demekti. Aralığın 15'inden itibaren hareketlenen bu cemaat, 24 Aralık tarihinde İsa'nın doğuşunu kutlardı.

Osmanlının Hıristiyan yılbaşıya gösterdiği ilgi, 1829 yılına kadar gerilere uzanır. O yılbaşı İstanbul'daki İngiliz elçisi, Haliç'te bulunan bir gemide büyük bir balo verir. Baloya davetli olan Osmanlı devlet adamları, yatsı namazını Tersane Divanhanesi'nde kıldıktan sonra, sandallarla gemiye giderler ve sabaha kadar eğlenirler. Serasker Hüsrev Paşa, "Kâfir işi, fakat ne çare? Devletçe bir şey oldu, katılmak lüzum etti," dese de, bu işten zevk almaya başlamıştı. Bu gavur icadına, tövbe tövbe diyerek katılım Cumhuriyet'e kadar sürecektir. Özellikle Galata- Beyoğlu hattında Nnoel ve yılbaşı, en azından şöyle göz atmadan geçilemeyen bir temaşa imkanı sunuyordu.

Aslında dinsel açıdan pek anlam taşımayan 31 Aralık tarihi de kimi kesimlerde (özellikle Ortodoks Rumlarda) İsa'nın sünnet günü olarak anılırdı. Bu gece de Noel gününe benzer kutlamalar yapılırdı. Rumlar arasında geleneksel olarak yılbaşı gecesi hindi yenir, dans edilir ve eğlenilirdi. Ayrıca Sakız Adası'ndan getirilen sakızla (mastika) yapılan ve üzerinde yeni yıl yazan yuvarlak Yılbaşı Pidesi pişirmek de geleneksel bir olaydı. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Ermeniler ise 1 Ocakta kutladıkları yılbaşına "Gağant" adını verirlerdi. Bu sözcük, zengin bir ziyafet sofrasıyla eşanlamlıydı. Bütün aile 31 Aralık gecesi biraraya gelir ve gece yarısına kadar sofrada birlikte olunurdu. İstanbullu Ermeniler yılbaşı için günler öncesinden alışverişe başlarlardı. Zeytinyağlı yaprak ve midye dolması, hindi ve anuşabur (aşure) yılbaşı sofrasının vazgeçilmez yiyecekleriydi.

Çocukluğu 1915'li yıllara rastlayan, Türkiye'nin eski milletvekillerinden Hasene Ilgaz, o yıllarda gayrımüslimlerden oluşan komşularının yılbaşı kutlamalarının kendi evlerine nasıl yansıdığı şöyle anlatıyor: "Bizim neşelendiğimiz, sevindiğimiz günler, dinî bayramlardı. Bizim için yılbaşı diye bir olay yoktu. Yalnız, yılbaşının yaklaştığını, bizden olmayan dostlarımızın, ekalliyetlerin, yılbaşı için yaptığı hazırlıklardan ve evimize gönderilen hediyelerden anlardık. Kabukları renk renk boyanmış yumurtalar, yılbaşı çörekleri, kokular, lavanta çiçekleri, bu gönderilen hediyeler arasındaydı. Bu hediyeleri, "bizim bayramımız" diyerek getirirlerdi. Biz de onlara lokum, yılbaşı tatlısı, gelincik şerbeti gibi ikramlarda bulunurduk."

TAYYARE PİYANGOSU VE YILBAŞI

Gelelim yılbaşının nasıl milli bir mesele haline geldiği konusuna. Konunun kapağı, 1926 yılında miladi takvimi resmen kabul edilişimizle açılır. O dönemde daha yılbaşını izleyen gün, yani 1 Ocak tatil değildi. Ama 1926 yılını 1927'ye bağlayan gün bir tesadüf eseri olarak, haftasonu tatiline, yani Cuma'ya denk gelmişti. Yapılan yılbaşı eğlenceleri büyük ilgi gördü ve sabaha kadar eğlenildi. Elektrik İdaresi de ilk kez o gece, saat tam 12'de kentin bütün ışıklarını bir dakika söndürme geleneğini başlattı.

Ertesi yıl, İstanbul'un yılbaşı gecesi, özellikleri şanslarını kumarda denemek isteyenler için özel bir önem taşıyordu. Eğlence yerlerini tıklım tıklımdı. Ama o yılın en büyük süksesi bir kumarhane olarak işletilmeye başlanan Yıldız Sarayı'na gitmek oldu. İşletmeci Senyör Maryosera bu özel gün için rulet masaları kurmuştu. İstanbul tarihinde bir gecede, hem de hiç bir yasal kısıtlama olmadan bu denli kumar oynandığı herhalde olmamıştı.

Yıllardır hasetle seyredilen Beyoğlu eğlenceleri. adeta bu geride kalışın acısını çıkarırcasına hızla yurt sathına yayıldı. Dergiler, özel yılbaşı sayıları çıkarmaya, gazinolar balolar düzenlemeye, "Tayyare Piyangosu" özel çekilişler yapmaya başladı. İnsanlar daha sinei vatanda yeni yeni varlığını hissettikleri bu olaya, nasıl böylesine kırk yıllık dost gibi alışıverdiklerine şaşıra şaşıra yeni yılı kutlamaya başladılar.

1935 yılında, Başvekil İnönü imzasıyla Millet Meclisi'ne sunulan "Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun Tasarısı"nda, "Bütün medeni milletlerce tatil günü olarak kabul edilen 31 Aralık öğleden sonrasıyla 1 Ocak günlerinin uygulanmakta olan tatil günlerine eklenmesi" teklif edildi. Kanunun kabulüyle, hem ulusal bir eksiğimiz giderildi, hem de yılbaşı geceleri sabahlayanların resmen uyuyabilmeleri sağlandı! Bu ilk tatil gününün ertesinde "Son Posta" gazetesi muhabiri, gözlemlerini şöle aktarıyordu: "Bu yıl yılbaşı gecesi, ay sonuna ve bayram ertesine gelişine rağmen, gayet neşeli geçti. Beyoğlu Gazinoları bir gecede, bir sene içinde görmedikleri kadar bol müşteri buldular ve bütün bir yılın ziyanını örtecek kadar satış yaptılar. Dün sabah, saat ondan akşama kadar, sokaklarda sayım gününü hatırlatan bir tenhalık seziliyordu. Tatili fırsat sayarak sabahın onuna kadar güle oynaya içenler, ayılıp da sokağa çıkamamışlardı."

YILBAŞININ MANA VE EHEMMİYETİ

1938 yılı yılbaşında, Atatürk ilk kez Anadolu Ajansı yoluyla yeni yıl tebriklerine karşı bir "cevap" yayınladı. Bu cevabın metni şöyleydi: Yeni yıl münasebetiyle yurdun her tarafından vatandaşların yüksek duygularını ve samimi temennilerini bildiren bir çok telgraflar gelmektedir. Bundan son derece mütehassis olan Ataatürk, teşekkürlerinin ve saadet dileklerinin Anadolu Ajansı vasıtasiyle iletilmesini emir buyurmuşlardır." Bir yıl sonra, Atatürk'ün ölümün ardından gelen yılbaşı ise oldukça hüzünlü geçiyordu.

Yılbaşının bu denli hızla ülkenin "yerli malı" bir alışkanlığı haline gelmesine en başta yazarlarımız şaşırmıştı. Örneğin Peyami Safa: "Şu Yılbaşı gecelerinin manasını bir türlü anlayamıyorum. Sevinecek ne var? Evvela her şey tersine; dünya ve insan bir yaş daha ihtiyarlıyor, kainat bur yıl daha eskiyor, buna "yeni sene" diyorlar. Herkes ölüme bir yıl daha yaklaşıyor, buna seviniyorlar, hayatın bir parçasını kaybetmek hoş bir şeymiş gibi hep birbirlerini tebrik ediyorlar," demekteydi.

Refik Halid Karay ise bu kadar gerçekçi olmaya gerek görmeyerek, şöyle yazıyordu: "Hiçbir seneden ne fazla iyilik, ne fazla fenalık beklememeliyiz.Dünya sefil ise, bize yüz çeviriyorsa ondan alınacak intikam yolumuz şudur: O dünya ile iktifa ederek - yani yetinerek- mümükün olan zevkinden hissemizi koparmak! Yani sözün filozofçası oportünist olmak. Oportünist ve neşeli olalım, böyle olmak için antreman yapalım."

Oportünistliği seçmediği için huysuzluğu ile tanınan Nurullah Ataç ise, yılbaşından söz ederken -hayatında çok az raslandığı ölçüde- iyimserdir. 1949 yılbaşında şöyle yazıyor: "Aralığın son günü akşamı, gönlümüzde sir ümittir başlıyor. Radyodan gelen ses, koynumuzda sımsıkı sakladığımız, bize bin türlü vaadlerde bulunan Tayyare Piyangosu biletinin numarasını söylemese bile, yine ertesi gün bizim için bir saadet devresi başlayacağına inanıyoruz. Bu tatlı hülya bir kaç gün devam ediyor ve sonra yeni seneye alışıp, onun yeni olduğunu unutup on iki ay sonrası için, gönlümüze hoş gelen tasavvurlar kurmaya başlıyoruz. Bir kaç günlük hülya... Az mı? Zaten saadet denilen şey bir hülyadan, bizim içimizde kendimiz için icat ettiğimiz bir masaldan başka nedir ki?"

Aradan geçen elli yıl içinde, bir zamanlar nasıl "yılbaşı"sız yaşadığımızı anlayamayacak ölçüde bu geceyi sevme tutkumuz giderek arttı. Biz yine işin tadını çıkarmaya çalışalım ve sonsözü hiciv üstadımız Aziz Nesin'e bırakalım:
Bu yıl da ağzımızıın gelmez mi tadı tuzu
Biz de gülüp eğlensek bu gece ederek dans
Yeni yıl şerefine dönsün diye kahpe şans!

4 Aralık 2009 Cuma

Türk edebiyatında matbaa 2


BİR MATBAACI YAZAR: BEKİR YILDIZ
Bekir Yıldız’ı yazar olarak tanımayan pek yoktur. 1933 Urfa doğumlu olan yazar, kitaplarında özellikle Güneydoğu Anadolu insanlarını ve onların İstanbul’daki yaşamlarını başarıyla aktarır. Ama matbaacılık sektörü açısından Bekir Yıldız’ın özel bir anlamı daha vardır. Öncelikle Matbaa Meslek Lisesi mezunudur. Okul sıralarında akşamları Remzi Kitabevi’nde dizgi operatörü olarak çalışmıştır. 1962 yılında Makina ile Yazı Dizme Sanatı adlı bir de kitap yayınlamıştır. Mezuniyetinin ardından Almanya’ya gitmiş, burada Willi Blümel’in de yardımıyla Heidelberg Druckmaschinen firmasının çeşitli bölümlerinde çalışmıştır. Daha sonra da İstanbul’a dönüp kendi matbaasını kurmuştur.

Bekir Yıldız kendisiyle yapılmış bir konuşmada( 1) , matbaacılığın yazarlığına nasıl katkıda bulunduğunu şöyle anlatır: “Bakın ben yüksek okula gitmedim. Ama Türkçe’yi en iyi kullanan yazarlardan biriyim. Dizgi operatörüyken aynı sayfayı üç defa dizdiğim olurdu. Operatörün nitelikleri çok önemlidir. Sanat enstitüsünden sonra matbaacılık okulunu bitirdim. Büyük matbaalarda çalıştım. Binlerce kitap dizdim. Bir yandan çalışıp para kazanırken, bir yandan da yazarlığı öğrendim. Basım sektörü diğerlerine benzemez. Bizim dükkana gelenler hep entellektüel kişilerdi. Bizde operatörün mesleğine saygısı çok önemlidir. Ben Remzi Kitabevi’nde, Akis Dergisi’nde çalıştım. Çok kitap dizdim, çok kişiyle tanıştım. Birgün Türk Dil Kurumu üyelerinden birinin kitabını diziyordum. Yanlışlar vardı. Çok tashih geldi. İyi bir operatör tashih dizmez; yanlış müelliften geliyor. Bana dediler ki, ‘Ne görüyorsan onu diz, sana bunun için para veriliyor.’ Ben de ‘Parayla dizgi satmıyorum,’ diye cevap vermiştim.”

Blümel’in yaşamını değiştirdiği yazar

Bekir Yıldız, Almanya’daki matbaacılık yaşamını ise şöyle aktarıyor: “Ben Almanya’ya gitmek üzere İşçi Bulma Kurumu’na başvurdum. Sene 1962. (...) Beni Almanya’da maden ocağına göndermişlerdi. Fakat Willi Blümel’in desteğiyle Heidelberg fabrıkalarına geçtim. Blümel ile tanışmam da ilginçtir. Ben o günlerde dizgi öğretmenilği yapıyordum. Fakat bu iş sadece anlatmakla olmuyor. Oturdum bir de kitap yazdım: Makina ile Yazı Dizme Sanatı. Almanya’ya gittikten sonra Blümel kitabı bastı ve benim Heidelberg’e girmemi sağladı. Blümel hayatımın gidişini olumlu yönde değiştiren adamdır. Heidelberg’de mesleğimi sürdürdüm. İki yıl boyunca Heidelberg Havadisleri’nin İtalyanca, İngilizce ve Fransızca dillerinde dizgisini yaptım. 1964 Drupa fuarında bulundum. Willi Blümel ile orada yine görüştük ve ben kendisine bir makine almak istediğimi söyledim. O konuda da yardımcı oldu. Beni fabrikada montaj kısmına aldılar. Orada 1,5 yıl montajı tamamlanan makinelerin deneme çalışmalarını yaptım. Uzun bir süre demostrasyon amacıyla kullandığım makineyi fabrika tarafından iyi bir revizyon yapıldıktan sonra bana verdiler.”

Baskı makinesini aldıktan sonra İstanbul’a dönen Bekir Yıldız Heidelberg Matbaası adıyla ilk matbaasını kurar. Fakat esas işinin dizgicilik olduğunu düşünerek bir süre sonra matbaa makinesini satar ve Menta marka bir dizgi makinesi satın alır. Kendisine yıllar önce dizgiyi öğreten Şefik Atalay ile bu defa ortaktırlar. Baskı makinesini sattığı için sonradan çok pişman olur. “Çok sonraları Konya’ya sattığım makinenin parçalandığındığını öğrendiğimde ağlamıştım,” diyor bir röportajında.

Bu arada Türkler Almanyada adlı ilk kitabını yazar. Düşüncelerini almak için Orhan Kemal’e okutur. Onun beğendiğini görünce bastırır. Dana sonra kitapları ardarda yayınlanmaya başlar ve Bekir Yıldız ünlü bir yazar haline gelir. Biz yine matbaacılık alanındaki çalışmalarına dönelim. Dizgicilik yaptığı yılları şöyle anlatıyor: “Dizgi makinemizi çok iyi çalıştırdık ve piyasanın en iyi satır döken matbaası olduk. Kendi makinemde, kendi kitabımın dizgisini yaptım. Çok satacağını sandığım için formaları dağıtmadık, fakat kitap satmadı. Dizgi makinesinin borcunu 1.5 yılda ödedik, bir tane daha aldık. Sonra ben ortaklıktan ayrıldım, [1967 yılında] Asya Matbaası olarak kendi matbaamı kurdum. (...) Asya Matbaası iyi iş yaptı, para kazandık. Fakat o sıralarda ünlü bir yazar olmuştum. Kitaplarım artık çok satıyordu. Matbaayı bırakmak istedim. Bir süre arkadaşlar yürüttüler. Fakat seçim yapmak durumundaydım ve 1980’de makineleri, kurşunları, kasaları yok pahasına sattım. Ondan sonra da tamamen yazarlığa eğildim.”

Bekir Yıldız 1998 yılında bu dünyaya veda edene kadar başta Reşo Ağa, Kara Vagon, Kaçakçı Şahan, Sahipsizler, Evlilik Şirketi, Beyaz Türkü, İnsan Posası, Demir Bebek olmak üzere onlarca kitap yazdı. Bunlar arasından Kaçakçı Şahan 1971 Sait Faik Armağanını kazandı. “Bedrana”, “Kara Çarşaflı Gelin” öyküleri ve Halkalı Köle romanı filme çekildi.

Öykülere yansıyan matbaa insanları

Bekir Yıldız’ın bazı öykülerine matbaacılık yaşamından yansıyan tipler olmuştur. Beyaz Türkü kitabındaki “Tahir Usta” öyküsü bunlardan biri. Bir matbaa ustası şöyle anlatılır bu öyküde:
“ Çocuk, karton kutuların kenarına, cicili-bicili kâğıtları yapıştırmaya koyuldu, dışarıyı yüreğinde güzelleştirerek. Kardeşinin, yazdan kalma gıslaved lâstikleri geldi sonra güzelliğin üstüne. Siyahlandı kar.
At arabasıyla taşımışlardı atölyeyi. Rapid en gözde makinaydı taşınanlar arasında. Hem baskı, hem de keski yapabiliyordu. Montörler, özellikle, Rapidin kazanı açıp kapayan kollarını gösterip, “Bu kollar, sana çok ekmek yedirir arkadaş,” demişlerdi.
Patron, Rapidin yanına geldi.
“Kaç bin?”
Tahir Usta, başını kaldırmadan – kaldıramazdı- yeni bir kartonu solundan alıp kazana yerleştirirdi. Sonra, öteki eliyle, kesilmiş kartonu sağındaki sehpaya koydu. Üç-beş saniyenin içinde tamamlanmıştı bu iş çizgisi. Yeni bir kartona kol uzattı Tahir Usta.
“Üç bin.”
“Dört binin üzerinde oluyordu her gün, bu saatte. Yengem nasıl?”
“İyi sayılır. Karton bekledik de.” (2)

Ama Bekir Yıldız’ın öyküleri içinde, matbaacılık tarihi açısından en ilginç tipleme sanırım Kara Vagon kitabındaki Elazığlı Hamal öyküsünde karşımıza çıkar. Öykü bu matbaa hamalını betimleyerek başlar:
“Hasan Dayı hamalların en ufağıdır. Onun yüzü pek görünmez. Matbaalara iki büklüm gelir, iki büklüm gider… Çok tutarlar Hasan Dayıyı. Boyu ufaktır. Eğildi mi, aşağılara iner yüksekliği. Yerden kaldırırlar kurşun kalıplarını, hop sırtına. O, önce hafifçe sallanır, sonra bir eliyle bir bacağını tutar. Destek alır bu bacağından kendine. Bir eliyle de, arkalığının ucuna takılı olan ipini uzatır. İpi, sırtındaki yükün üzerinden aşırıp Hasan Dayıya verirler. Bu defa o, ipi çeker ve titreye, titreye gider. Onun titrediğini görmek için keskin göze gerek yoktur. Yeter ki, adam yerine konulup, bakılsın bir kez…
Hasan Dayı, matbaadan caddelere çıkar. Başını yukarı verdikçe, boyun kasları gerilir, ağrır. Fazlaca öne yıksa, bu kez medeniyetin süratine çarpar. Caddelerde insanlar, arabalar dolu… Hamal kısmının işi ne!.. Aklı hep, sırtındaki yükü boşaltacağı matbaadadır. Adımları ağır, sayılıdır. Karnı şiş kadının, doğum gününü sayması gibi…”

Hasan Dayı’nın işi çok ağırdır. Kurşun kalıplarını taşımaktadır. İnsanüstü bir çaba gerektirir bu. Bekir Yıldız onnun bir iş gününden çizgiler sunar bizlere:
“Hasan Dayı yükünü boşaltacağı hana girer. Sekiz, on adım koridorda ilerler, sonra bir merdivenin başına gelir. Bodruma inecektir. İlk basamağa bir ayağını atar. Bu defa sırtındaki yük bedenine daha çok yayılır. Ve Hasan Dayının vücudundaki bütün kan, başına sıkışır, gözleri yuvasında ağırlaşır. Sonra matbaanın kapısına gelip, durur. Matbaanın içindeki bacaklar kıpırdamazlar hemen. Ve Hasan Dayı bağırır:
- Haydi!..
İnsanlar başlarını sesten yana çevirirler. Hasan Dayı göremez bunu. Ve o, ağırlığından fazla yükün altında tekrar bağırır. Bu defa daha hızlı, daha öfkeli:
Haydin yahu...
Bir çırak gelir. Kapının ikinci kanadını açmadan sorar:
- Hangi matbaadan emmi?
- Züratişden herhal.
Çırak, ustasına bağırır.
- …….matbaaasındanmış…
- Al içeri… Tamam…
Çırak, Hasan Dayıyla alay eder:
- Biraz geri bas… Geri bas da kapı açılsın.
Hasan Dayı alışık olduğu bu sözlere pek kızmaz. Ve birkaç adım geri gider. Kapı açılır. İçeriye girer. Sırtındaki kurşun sayfalarını, indirmeğe başlar çırak. Bir, iki, üç… On, on bir, on iki… Hasan Dayının vücudu hassasını kaybetmiştir. O, bilemez daha sırtında kaç sayfa kaldığını. Hattâ bazen sırtında bütün yük boşaldığı halde, o bekler durur. Çırak sütsüzse eğer, sayfa alıp indiriyormuş gibi yapar bir müddet. Ve bunu görenler gülüşür. Sonra çırak arkalığına dokunur. O bunu da hissetmez. Bu defa seslenir:
- Tamam.
Hasan Dayı sırtında yük varmış gibi korka, korka belini doğrultur ve yükün altına girelidenberi, göremediği insanların yüzünü ilk kez görür. Fakat o, bu yüzlerden hiç hoşlanmaz. Çünkü bu yüzlerde, Hasan Dayıyı aşağılayan çizgiler vardır. Ve onun iki büklüm olan bedeninde, bir insan kalbi taşıdığını çoğu düşünmemiştir bile…”

Matbaa hamalları, makinelerin Babıali’ye ilk kuruldukları günden bu yana basım sektöründeki çarkın bir parçasıdırlar. En zahmetli noktasında dururlar bu çarkın. Bekir Yıldız öyküsünü şöyle noktalar:
“Hasan Dayı matbaadan, önce hanın koridoruna, sonra caddeye çıktı. Sırtında Emile Zola’nın Germinal’i vardı. Dün de Kerbelâ Vakası’nı taşımıştı. Belki de yarın, Lenin’in bir kitabını taşıyacaktı. Ya öbürgün… Bir aşk romanı… Hasan Dayının sırtında, dünya edebiyatı gidiyor, geliyor… Vitrinler kitaplarla doludur. Vitrinlerde pırıl pırıl kapakların içinde yazarın emeği, matbaacının, dağıtımcının komisyonu… Her kitapta Hasan Dayıdan duyulmayan bin inilti. O taşır, o geri basar, o beli iki büklüm kitapların formasını sırtlar. Bazen zekâ testlerini taşır o. Bazen şirketlerin milyonluk yıl sonu bilânçosunu. Onu kandırır herkes: “Çök,” derler, o çöker. Sonra insanlıktan bahseden binlerce kelime vurulur sırtına. Yazarın biri, hapishanede geçen yıllarını anlatır, ballandıra ballandıra. Ve bazen bir gazetenin sayfalarını taşır o. İlk sayfada kocaman bir eşek resmi vardır. Sahibi dayak atmıştır eşeğe. Hayvanları Koruma Cemiyeti ateş püskürür. Hasan Dayı sırtında, bu eşek resimli sayfayı taşırken, belki de cebinde ekmek parasının zeytine, peynire ulaşıp ulaşamayacağını hesap etmektedir. Hasan Dayı, köy yerinde beynine akıtılan kurşunun farkında değildir. Ve o, Babıâli’deki kurşunları tüketmeğe çabalamaktadır.” (3)
(1) Basmen Matbaacılık Dergisi, Yıl 10, Sayı 34, Mayıs-Ağustos 1994
(2) Bekir Yıldız, “Tahir Usta,” Beyaz Türkü içinde, Cem Yayınevi, Basaş Ofset, İstanbul 1985, s.27- 28.
(3) Bekir Yıldız, Kara Vagon içinde, Cem Yayınevi, Yelken Matbaası, İstanbul, 1974 (4.B.)

7 Ekim 2009 Çarşamba

Türk edebiyatında matbaa 1


MATBAA İŞÇİLİĞİNDEN YAZARLIĞA: ORHAN KEMAL
Orhan Kemal’in matbaa ile tanışması, belki de tüm yazarlardan farklı olarak çok erken yaşlarda başladı. Babası bilineceği gibi birinci Büyük Millet Meclisi milletvekili ve daha sonrasının sıkı muhalifi Abdülkadir Kemali’dir. 1930 yılında Serbest Fırka’nın kurulmasına paralel olarak Adana’da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Abdülkadir Kemali, aynı günlerde bir de matbaa satın alarak Ahali gazetesini çıkarmaya başladı.

Asıl adı Mehmet Raşit [Öğütçü] olan Orhan Kemal, işte bu matbaa ile 15-16 yaşlarında tanışır: “(...) Babamın ilân sayfalarına kadar uzanan makaleler yazdığını biliyordum... Matbaaya yazılar verir, provalar alır, tashihler götürürdüm...”(1) Bu dönem daha sonra yazacağı Baba Evi adlı romanına da şöyle yansımıştır: “Matbaaya makaleler götürür, provalar getirir, düzeltmeler götürürdüm. Babam, birtakım kalın kitapları okuyarak sabahladığı günler, kaşlarını çatarak ve kan çanağına dönmüş gözleriyle, elime tutuşturduğu yazılardan sonra, “Matbaaya çok acele götür, ver ve bir gazete al gel!” tembihine rağmen, sokakta gecikmeyi icap ettirecek mevzular bulurdum mutlaka. Ben bunları aramazdım şüphesiz, lakin sokakta o kadar çok, bir çocuğu alıkoyup geç bırakacak o kadar çeşitli konular vardır ki… Mesela, futbol, kamuş vuruşmak, çikolata çekişmek… Gecikince dayak yiyeceğimi bilirdim…”(2)

1930 yılı Orhan Kemal’in ailesi için pek hareketli geçer. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasına rağmen, Abdülkadir Kemali muhalefetini sürdürür. Baskılar artıp durum tehlikeli bir hale gelince 1931 baharında Suriye’ye kaçar. Ardından Beyrut’a göçülür. Aile maddi açıdan zor durumda kalınca Orhan Kemal de çalışmak zorunda kalır. İbrahim Efendi adlı bir tanıdığın yardımıyla Matbaat-ül Haceriye’ye yerleştirilir.

Gerisini yine Baba Evi romanından aktaralım:
“Hiçbir zaman minnet etmeyen babamın, “Âlâ… Babası matbaa sahibi olmuştu, varsın oğlu matbaa işçisi olsun…” diye, müthiş bir kahrı içinde saklayarak, adeta yüzüne tükürürcesine konuştuğu İbrahim Efendi, güler yüzlü, kabarık saçlı bir adamdı ki, ayakta durduğu zaman koca bir horozu hatırlatır, Türkçeyi Arapçada olduğu gibi, ayınları çatlatarak [sesi gırtlaktaboğumlamaya çalışmak], gürültüyle konuşurdu.
O gün İbrahim Efendi önde, ben arkada, Beyrut’un güneş dolu caddelerinden Burç Meydanı’na indik. Dar bir sokağa saptık. Karşılıklı yüksek apartmanların arasında sıkışmış kalmış, koyu gölgeli bir aralıktı… Bu aralıkta da bir hayli yürüdükten sonra, küçük küçük aktarların, meyhanelerin, balık işportalarıyla muz hevenklerinin yanı başında, rakı ve turşu kokan bir çıkmazda, dar kapısının üstündeki mermer levhada Arapça “MATBAATÜL-HACERİYYE” yazılı tahta bir binanın taş merdivenlerini, gene o önde ben arkada, çıktık; birdenbire bir mürettiphaneye girdik. Sağda, giyotine benzeyen büyük bir makine, kâğıt kesme makinesi, solda sonradan yaldız makinesi olduğunu öğrendiğim tekerlekli, volanlı, pırıl pırıl bir sandığa benzeyen bir başka makine, karşıda sıra sıra mürettip kasaları…
İbrahim Efendi, mürettiphanedekilere eliyle selam verip, solda, yarı örtük bir kapıya yürürken, bana, “Bekle!” dedi.
Eli yüzü karalı, elleri dirseklerine kadar sıvalı mürettipler harıl harıl çalışırlarken arada bana bakıyorlardı. Ürküyordum… Bir kenarda ehemmiyetsiz, ufacık kalakalmıştım. İbrahim Efendi’nin gürültülü sesi geliyordu. Eli yüzü karalı insanlar bana baktıkça sanıyordum ki, orada niçin dikildiğimi biliyorlar, içlerinden bana gülüyorlar… “Dil bilmez, mürettiplikten anlamaz, hatır için kayırılmak istiyor,” diye düşüneceklerinden korkuyordum.”

Volanlar ve iniltili dev makineler

İbrahim Efendi, matbaa sahibiyle uzun uzun konuşur ve sonunda Orhan Kemal’i işe aldırır. Haftalığı iki yüz elli kuruştur.
“Vazifem, kâğıt kesme makinesinde kol çevirmekti. Vişne çürüğü fesini daima sol kaşına doğru yıkan ustamsa, zayıf, uzun boylu, dehşetli şakacıydı. Herkese takılır, sık sık kahkahalar atardı. Makinenin demirine takılı ceketinin iç cebinde daima rakı şişesi bulunurdu. Kesilecek kâğıt yığınlarını makinenin demir tablasında düzeltir, bıçağın altına sürer, sıkıştırır, bana, “Yallaaah!” dedikten sonra rakısını cebinden alır, dikerdi. Bense olanca kuvvetimi zayıf kollarıma toplar, bütün gayretimle kolu çevirip kâğıdı kesene kadar, o, şişeyi aldığı yere koyar ve seslenirdi:
“Kâfiii!”
Gene bütün nefesimi keserek kola atılırdım. Müthiş bir hızla dönen demir tekerleğin sert daireler çizen kolu ellerime fena hâlde çarpardı. Duyduğum acıyı, sıkılan dişlerimin arasında zapta çalışarak, yeni bir hamleyle kola atılır, yakalamaya çalışırdım. Hâlâ hızını alamamış kolsa, beni çoğu kez yanımdaki duvara çarpardı.
Bu iş, irikıyım insanların harcıydı şüphesiz. Fakat böyle bir şey hissettirirsem, “Mademki bu işi yapamıyorsun, o hâlde başka işimiz yok!” derler de yol verirler diye ödüm kopardı.”

Sabahın köründen akşamın yedisine kadar makinenin kolunu çeviren Orhan Kemal, kötü çalışma koşullarına karşın işini sever:
“Sabahları, herkesten evvel geldiğim sıralar, Elham Kulhüvallahi okur, üflerdim. Fakat kolun demir ve tahta sessizliği fevkalade bir ciddilik içinde, tahtasını demirine bağlayan uçtaki tek somunuyla bana ters ters bakar, dualarıma filan boş verirdi.
Zaten şuna dikkat ediyordum ki, makinelerin bulunduğu yerde dualar pek zavallı kalıyordu. Muazzam volanların ve iniltili dev makinelerin santral dairesinde Allah, çiviye takılmış bir tülbent kadar aciz ve zavallı geliyordu bana. Makinede Allah’a isyan ediş, mazeret tanımayan, affetmeyen, miskinliği parçalayan sistemli bir hırs görüyordum. Onda hiçbir duanın stop ettiremeyeceği bir kudret vardı. Bu kudret beni ürkek bir hayranlığa götürüyordu. Makineyi seviyordum. Makine, insan kolunun gelişmesi, insanın en namuslu dostu, yardımcısı, kölesiydi ama makineden gene de korkuyordum.(...)
Akşam paydosunda, yani sabahın altısında akşamın yedisine kadar on iki saatlik işten sonra ötekiler gibi, ceketim omzumda, elim yüzüm kir pas içinde onlar gibi olabilmek için ceketimi omzuma atar, onlara benzemek için elimi yüzümü bilhassa karartırdım- kaldırımları çiğnerken, aşırı bir gururun hazzını duyar, sızlayan kollarımın ağrısını unuturdum.
Bir karaca kadar çevik, amirsiz bir insan kadar rahat, eve, geçimini sağladığım insanların yanına döner, sonra da yatağıma kavuşurdum.”

Orhan Kemal’in bundan sonraki yaşamı, önce mensucat fabrikalarında, ardından da hapishanelerde geçecektir. 1943 güzünde tahliye olduktan sonra önce Adana’da yaşamaya başlar. Hikayeleri ve romanlarıyla tanınması da bu tarihten sonra olacaktır. 1950 yılında ise eşi ve çocuklarıyla İstanbul’a gelirler.

Babıali Günleri

Orhan Kemal’in hayatını sadece yazar olarak kazandığı parayla sürdürmeye çalışması, o günün koşulları içinde pek kolay olmaz. Gazeteler, film şirketleri, yayınevleri arasında koşuşturarak geçer günleri. Kahve köşelerinde yazar bir çok yazısını. Akşamları ise meyhanelerde arkadaşlarıyla buluşur.

Orhan Kemal’in bu dönemde yazdığı hikaye ve romanlarda özel olarak matbaalarla ilgili bir bölüme rastlanmaz. Halbuki arkadaşlarının anılarından (Nurer Uğurlu, Fikret Otyam, Muzaffer Buyrukçu, Y.Kenan Kayacanlar) öğrendiğimize göre, matbaa çalışanlarının, Niğdeli matbaa hamallarının boş vakitlerini geçirdikleri kahvelerde geçer günleri. İkbal Kahvesi, Kömürcünün Kahvesi bunlardan adını bildiklerimiz.

Öykü ve romanlarında yer almayan matbaa işçilerinden biri, 12 Ağustos 1960 tarihli bir düz yazısında karşımıza çıkar.
“Kısa, kalın, yumuk gözlü bir adam. Otuzla otuz beş arası. Mesleği basımevi makinistliği. Evini, yaşayış şartlarını, düşkünlüklerini gayet iyi biliyorum. Çok düzenli yaşayan, yurdu ve dünyası üzerine belirgin fikirleri var. Büyük baskı makinesinin başında öylesine büyük bir dikkatle dikilir ki, makineden en küçük bir hatanın geçmesi mümkün değil. Boş zamanı yoktur. Çalışmasının öylesine hakkını veren belki daha başkaları vardır, ben böylesine henüz rastlamadım, çalışmak, iş çıkarmak onun için gerçekten bir “namus meselesi”. Sabahın beşinde uyanır. Yaz, kış böyledir bu. Ev halkını uyandırmamak için bir kedi sessizliğiyle musluğa geçer, elini yüzünü yıkar, kurulanır, gazocağına çaydanlığı oturtur, sonra da odasına döner. Basımevinden kazanıp evine harcadığından ayırdığı paralarla alınmış kitaplarından birini çeker, başlar okumaya.”

Orhan Kemal, adı verilmemiş olan bu matbaa işçisiyle bir konuşmaya oturur yazısında. “Onu basımevinin loş alacakaranlığında, yerleri, duvarları hırslı hırslı sarsarak çalışan kocaman baskı makinesinin başında buldum. Tozlu ampullerin sarı sarı aydınlattığı bodrum katı serindi. Ta yanına kadar sokulduğum hâlde beni görmedi. Kendini işine öylesine vermiş. omzuna dostça vurunca, sanki rüyadan uyanarak yumuk gözlerini çevirdi:
“Ooo, merhaba. Buyurun!”
Gözleri makinesinde. Makine kocaman ve obur bir dev iştahasıyla boyuna kâğıtlar yiyerek yutuyor, yiyerek yuttuğu kâğıtları kusuyor. Bir kıyıdaki basit tahta iskemlelere ilişip sigaraları yakıyoruz.”

Gazeteleri pek sıkı takip eden bu işçi, Amerika’nın ünlü politika yazarlarından Walter Lippman’ın yazılarını bile takip etmektedir. Aslında başına ne geldiyse, hep bu okuma sevdası yüzünden gelmiştir. CHP döneminde DP’li olmakla, DP döneminde de komünist olmakla suçlanmıştır. Şimdilerde 27 Mayıs darbesinin ardından umutlarını yeni bir Anayasa’ya bağlamıştır. Bir gün üniversiteye gidip eğitimini tamamlamak istemektedir. Orhan Kemal’in “işinden bıktın mı yoksa,” diye sorgulamasına hemen cevap verir:
“Hayır hayır, rahata kavuşmak endişesi değil. Üniversiteyi bir şeyler öğrenmek için istiyorum. Yoksa işimden memnunum.”
Kalktı makineyi stop etti. Ufak bir falso başlamıştı baskıda, düzeltti, tekrardan yanıma geldi, oturdu.”(3)

Orhan Kemal, hayatı boyu geçim derdiyle yaşamış, o dönem bütün matbaa ve gazetelerin bulunduğu Babıali’nin tozlu sokaklarını durmaksızın adımlamıştı. Edebiyatımızdaki yeri hiç bir zaman unutulmayacak denli güçlüdür. Bugünlerde eserelerinin yeniden toplu basımıyla ve televizyona uyarlanan romanlarıyla yeniden gündemde. Onu hatırlamanın

NOTLAR:
(1) Akt. Nurer Uğurlu, Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, Cem Yayınevi, İstanbul, t.y., s. 38
(2) Orhan Kemal, Baba Evi (Küçük Adamın Romanı 1), Everest Yayınları, İstanbul 2008 (23. Baskı), s.21. Bundan sonraki alıntılarda romanın aynı baskısından yapılacaktır.
(3)Orhan Kemal, “Walter Lippman ve İşçi,”, Önemli Not! (Tamamlanmamış Yapıtlar ve Seçilmiş Düzyazılar), Everest Yayınları, İstanbul 2007, s.194-198

29 Eylül 2009 Salı

BABYLON 10 YAŞINDA!


Babylon 10 yaşını kutlarken, beraberinde bir de "Babylon 10" adını taşıyan enfes bir kitap yayınladı. 10 yılın hemen her şeyi sığmış bu 430 sayfalık kitaba. Fotoğrafları, tasarımı, cildi kusursuz. Bendenizin de naçizane bir yazısı yer alıyor içinde. Bunu sizlerle paylaşmak istedim.

HER DAİM BABYLON

Evvel zaman içinde... Yirmi yıllık bir tarihten sözedeceğiz demektir! Ama Babylon’a gelmeden bu tarihin ilk yazıldığı günlere dönmemiz gerekiyor. Pozitif diye bir kuruluş olduğunu işitmem Sun Ra’dan önce midir, sonra mı? Şimdi sorsanız hatırlamam. İtiraf etmek gerekirse ne Sun Ra’yı tanıyordum, ne de ardından getirdikleri David Murray’i... Zaten eskiden ne vardı caz adına? Hadi haklarını yemeyelim, Şan Tiyatrosu’nda yapılagelen Bilsak Caz Festivali ile Arnavutköy’deki Naima adlı klüp bir neslin merakî caz tutkularının tohumlarını atmıştır. Ama öte yana geçmemizi sağlayan sağlam köprüler de Pozitif tarafından inşa edilmiştir. Sezar’ın hakkı Sezar’a...

Ben tanışmamızın ilk Efes Pilsen Blues Festivali’nde yani 1990’da olduıunu sanıyordum. Ama Ahmet Uluğ tam olarak hatırlıyor. Maçka G-Amfisinde verilen Hal Singer konserinde tanışmışız. Ortak arkadaşımız Figen İsbir sayesinde gerçekleşmiş bu randevu. “Ben yaptığınız işleri pek beğeniyorum,” demiş miydim acaba? Pozitif ekibi de garip garip bakmış, bu adam da nereden çıktı şimdi, diye düşünmüşller miydi? İlk diyalogların nasıl geliştiği meçhul. Öyle ya da şöyle, o günden bu güne peşlerini bırakmadım hiç...

O zamanlarda sponsorluk müessesesi pek gelişmediğinden Pozitif dergiler çıkarır, bunlara ilan alır, caz konserlerini de böyle finanse etmeye çalışırdı. Kirli çıkı olduğumdan bu dergilerin epeysi hala elimde. Hoş yazılar ve daha da hoş fotoğraflarla süslü. Bu fotoğrafları Cem Akkan çekerdi (şimdi nerede ne yapıyor acaba?). O dergilerden birine benden yazı istemek gafletinde bulundular. Biraz daha yanaşıverdim, teknelerine sıkı ilmiklerle bağladım kayığımı.

İrtifa yüksek, mesafe pozitif

Pozitif benim için ne demek? Bunun cevabını epeydir biliyorum. Bir kere Pozitif yakın tarihimizin en önemli yaratım modellerinden biridir. Sıfırdan başlayıp, sadece kendi zevklerini temel alarak, bir kentin (ve hatta ötesinin) müzik zevkini yeniden belirlemek başarısını gösterdiler. Müzik ve özellikle de caz seyircileri, Pozitif olmasaydı acaba hangi irtifalarda takılıp kalacaklarının farkındalar mıdır diye düşünürüm zaman zaman. Pozitif benim için bir ufuk çizgisidir.

Pozitif aynı zamanda, Türkiye emprezaryo tarihinin vardığı en çağdaş noktadır. Biraz ilgilendiğim bir konu olduğundan, yirminci yüzyılın başından bu yana kimlerin, hangi çabalarla yurtdışından sanatçı getirdiklerini iyi bilirim. Bu ilginç tarihte yolculuk ettiğimizde Fransız Tiyatrosu’nu yöneten Arditi ile Saray Sineması’nın müdürü Franko’nun attığı ilk adımlardan Egemen Bostancı’ya ulaşır, oradan Pozitif’e geliriz. Ve nokta!

Plaklar ve öyküdeki yeri

Babylon’dan birazdan uzun uzun bahsedeceğiz. Doublemoon plak şirketini de anmadan geçmeyelim. Bu girişim, Pozitif’in kendi topraklarından evrensel bir müzik çıkarmak yolundaki ilk çabalarıdır. Meyveler de lezzetli ve kalıcı olmuştur. Dünyaya pozitif bir seda da bu sayede eklenmiştir. Öte yandan Pozitif, Açık Radyo kurulduğunda müzik işlerinin sorumluluğunu üstlenmiş, diğer arkadaşları yanısıra beni de program yapmaya çağırmıştı. Aman yaman dememe aldırmamış, sıradan bir plak toplayıcısından on yıl program üretecek bir yapımcı ortaya çıkmasını sağlamışlardır (şimdi yapmıyoruz ama bu ayrı bir hikaye).

Gelelim Babylon’a. Daha ortada Babylon filan yok. Ahmet Uluğ bir gün beni alıp Asmalımescit’in arka sokaklarına götürdü. Eski bir marangozhanenin önünde durduk. İşte burası, dedi, ne dersin, gelirler mi buraya? Yıllardır bir caz kulübü açmayı düşleyen Pozitif, o zamanların bu pek kuş uçmaz kimse uğramaz bölgesinde metruk bir yapı almıştı. Şöyle bir baktım Ahmet’e ve “Siz olmasanız gelirler diyemezdim ama durum farklı, korkmayın bir kaç yıl sonra herkes alışır,” dedim. Tabii ben dedim diye yapmadılar Babylon’u. Ama iyi ki de yaptılar. Asmalımescit bir yüzyıl ileri sıçradı böylece.

Cennet mekan Babylon

Ben Babylon’u pek severim. Açıldığı günden bu yana da her önemli konsere giderim. Anılarım muhtelif. Müthiş performanslar seyretmişimdir sayelerinde. Patricia Barber, Bonnie ‘Prince’ Billy’, The Fall, Chicago Underground Trio, Blues Explosion, Mike Stern Band, Jimmy Scott, Fun-De-Mental, Embryo, John Lurie, Ray Anderson, David Murray, Sarah Jane Morris, ICP Orchestra, Arto Lindsay en unutulmaz konserlerim.

Mekan önemlidir. Örneğin Babylon’da seyredip rüyalarıma giren Patricia Barber, bir daha hiç aynı zevki vermedi bana. Bazı sanatçılar bazı mekanlara daha yakışır. Semiha Berksoy’lu ve de Killing kıyafetli Baba Zula konseri Babylon dışında nerede aynı tadı verebilirdi ki...

Ben Babylon’u sıkış tıkış olunca sevmem. Kalabalıktan hoşlanmam. Bu nedenle çok istememe rağmen meselâ bir Nil İbrahimgil konseri izleyemedim daha! Hani çok boş da olmasın ama şöyle orta karar bir kalabalık en güzeli. Bu havada seyrettiğim Hayko Cepkin veya Replikas konserleri daha bir yer etmiştir hafızamda.

Haftasonlarından hoşlanmam. Hatta önemli konserler haftasonuna denk gelirse canım sıkılır. Çünkü cuma cumartesi sırf mavra yapmak için gelenler huzur bozar. Konserin ne olduğu umurlarında bile değildir. Maksat eğlencedir, dinlence değil. Babylon’un havası bulanır. Başka zamanlarda da bulandığı olmuştur. Akustik konserlerde sıkılıp konuşanlar atmosferi tarumar eder. Bu nedenle kavga etmişliğim bile vardır. Bant dergisinin Damon & Naomi ve Cat Power konserlerinde çileden çıkıp ekşi sözlüklere bilem düşmüşümdür.

Güzel mekanda güzel insanlar

Pozitif partilerini severim. Yani Babylon Juke Box’ları. Bu partilerde Pozitif’in ortakları Mehmet, Ahmet ve Cem pikap başına geçerler. Güzel şeyler çalarlar. Mehmet yıllar önce ilk Lhasa plağını burada çalmış, ben de hemen yanaşıp kapağına bakmışımdır mesela. Eş dost biraraya gelir. Yüz aşinalığı tavana vurur.

Bir çok sanatçıyı ilk kez burada dinlemişimldir. Hiç tanımadıklarımı bile... Merakımı gideririm. Mehmet birgün beni Chicks on Speed konserinde görmüş, buna da mı geliyorsun, pes yani bile demiştir... Tamam yaşlandık ama bu kadar da yüze vurulmaz ki!

Personeli eşsizdir. Gece mekanlarında rastlamaya hiç alışmadığımız bir kibarlıkla davranır, sizi tehditkâr bakışlarla süzmezler. Kapısından vestiyerine, barından ses düzencisine güzel insanlardır.

Babylon’da begenmediğim şeyler olmamış mıdır? Olmuştur, ama azdır. Cem Adrian konserlerinden, Orhan Osman’ın buzukisinin balkondan iple inmesinden, havalandırmanın zaman zaman Sibirya soğukları estirmesinden elbette hoşlanmamışımdır. Ama bu tür konserlere bir daha gelmemek, soğutma fırtınalarına karşı arka cebinde bir şapka taşımak gibi çareler ner zaman mevcuttur.

Zaman içinde Babylon doğurmuş, arkasına koca bir bina çıkılmıştır. Altına da yeni bir keyif mekanı eklenmiş, Babylon Lounge dönemi başlamıştır. Burada ne güzel tatlılar yiyip ne müthiş Nina Simone plakları çalmışlığımız vardır.

Babylon, fanatizmden hiç hoşlanmayan benim gibi birinin yaşamındaki bir iki fanatiklikten biridir. Gerçi dinlemediler ama, Babylon temalı şarkılardan oluşan bir radyo programı bile yapmışımdır onlara ithaf ederek... Babylon forever...

Şimdi bu yazıyı bitirmek lazım. Daha ne desem, ne desem... Ey er aş Pozitif kan taşıyan kardeşlerim! Sizi model alanlar artar, sponsorlarınız çoğalır, keyfiniz köpürür, mekanlarınız daha da büyür inşallah... Tahtaya vuralım, Pozitif’e koca bir maşallah üfürelim. Titrete titrete...

Dinlemedikleri “Babylon” temalı radyo programının playlisti:

1. Blue Cheer, Babylon
2. Dr. John. Babylon
3. Don McLean, Babylon
4. Ajda Pekkan, Babylone
5. Boney-M, Rivers of Babylon
6. The Ruts, Babylon’s Burning
7. Steely Dan, Babylon Sisters
8. Nico, Hanging Gardens
9. Bob Marley, Chant Down Babylon
10. Jane Birkin, Baby Alone In Babylone
11. Sinead O’Connor, Fire on Babylon
12. Einstürzende Neubauten , Der Schacht von Babel

7 Ağustos 2009 Cuma

Ölümünün 25. yılında


BİR MATBAACILIK EFSANESİ: WILLY BLUMEL

1933 yılında Cumhuriyet gazetesi yepyeni bir rotatif maakinesi getirmişti. Rotatifle birlikte gelen Alman montör makinayı kurdu, ustabaşına nasıl çalıştıracağını gösterdi ve gitti. Zaman içinde çeşitli problemler ortaya çıkınca, gazetenin sahibi Yunus Nadi, Almanya’dan bir usta getirmeye karar verdi. Gelen ustanın adı Willi Blümel’di. Cumhuriyet Gazetesiyle 11 Kasım 1935 tarihinde yaptığı sözleşmeye gore “3 sene müddetle şirketin fen müdürü olarak istihdam” edildi. Buradaki görevi “rotasyon makinesini her zaman işe hazır bulundurmak ve makinede gazetenin basılmasını temin etmekti. (…) Herr Blümel şirketin matbaasındaki diğer makineleri de kontrol ederek bunlar için her kısım şefine lazım gelen talimatı verecek ve makinelerin vaziyetinden idareyi haberdar edecekti.”
Willi Blümel 22 Ekim 1901 tarihinde Berlin’de doğdu. 8 yıllık bir zorunlu eğitimden sonra 15 yaşında, Berlin’in en büyük matbaası olan Ullstein Verlag matbaasında çırak olarak işe başladı. Akşamları matbaacılık meslek okuluna devam ederek çırak, kalfa ve ustalık sertifikası aldı ve mesleğindeki yerini iyice güçlendirdi. İbrahim Bilge’nin yazdığına göre, ”1930 larda Almanya’daki Hitler rejimi Blümel ustayı rahatsız etmeye başlamıştı. Türkiye’den aldığı teklifi hemen kabul etti. Aslında Türkiye onun için cazip bir memleket idi de.”
Üç yıl Cumhuriyet gazetesinde teknik müdür olarak çalışan Blümel, sözleşme süresinin dolmasından sonra Türkiye’de kalmak istedi. Aslında teknik eleman olarak çalışmak istiyordu, fakat bunun için resmi izin gerekiyordu. Ticaret yapmak için böyle bir izne gerek olmadığını anlayınca Türkiye’de sigortacılık, asansör ve ilaç ithaliyle uğraşan, kuruluşu 1865’lere dayanan Burkhard Gantenbein adlı bir İsviçreli şirketle anlaşarak, onlar adına bir “matbaacılık şubesi” kurdu. Bu süreci bir konuşmasında şöyle anlatıyor: “O zamanlar matbaacılar hemen hemen her şeyi kendileri ithal etmek zorunda idiler, boya dahi yoktu. Bense makina dahil her türlü matbaa malzemesini dükkânda müşterilerimin emrinde hazır bulundurmak taraftarı idim. Yalnız, mümessillik bulmak kolay değildi. Gözüm, Almanya’da iyi makina ve malzeme yapan fabrikalarda idi, fakat onların hepsinin Türkiye’de temsilcileri vardı, bana da önem vermiyorlardı. Ancak Heilderberg firmasının temsilcisi yoktu. Bu fabrika, o zamanlar, yalnız sonradan meşhur olan maşalı otomatik pedalları imal ediyordu. Benim gözüm ise, büyük makinalarda, hatta gazett rotatifi makinalarında kalmıştı. Ne yapalım, boş kalmaktansa Heilderberg’in mümessilliğini alalım dedik ve aldık.”
Vitrinde bir Heilderberg
İlk yıllarda önemli bir ilerleme kaydedilmedi. 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Aynı yıl ilk Heildelberg pedalı da savaş çıkmadan çok kısa bir süre once İstanbul’a geldi. Ama bu ilk makina uzun sure satılamadı. Sonunda Kayseri’deki Sümer Matbaası, Blümel’in getirdiği Türkiye’deki ilk Heilderberg’ı satın aldı. 1943 yılında gelen ikinci pedal Heildelberg ise İsmail Akgün Matbaası’na monte edildi.
Ama savaş sürüyordu ve ticarete için elverişli günler yaşanmıyordu. Üstüne üstlük Willi Blümel Alman vatandaşıydı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Türkiye kağıt üzerinde Almanya’ya savaş açınca, 1944 yılı Ağustos ayında Willi Blümel diğer Almanlarla birlikte Çorum’a gönderildi. Mesleğindeki ünü kendisinden önce oraya ulaştığından hemen Çorum Vilayet Matbaası’nda çalıştırılmaya başlandı. Bu entegre durumu bir yıl aşkın bir bir süre boyunca devam etti ve sonunda Blümel arkasında yetişkin matbaacılar bırakarak İstanbul’a döndü.
1946 yılı başında işler yavaş yavaş düzelmeye başladı. Blümel kadroyu biraz genişletti ve Karaköy’deki Tünel İş Hanı’nın birinci katında 200 m2’lik bir yere geçildi. 1952 yılında ise yine Karaköy’de daha geniş bir mekana kavuşuldu ve atılımlar yapılmaya başlandı. Aynı yıl Babıâli’de Afitap Mağazası’nın vitrininde bir 26x38 cm. orijinal Heilderberg bir ay süreyle döner bir plaka üzerinde ve işler durumda teşhir edildi. Ardından benzer bir gösteri İzmir Fuarı’nda yapıldı. Şirket ana ilkelerini şöyle açıklamaktaydı: “Makinaları sandık içersinde değil, monte edilmiş vaziyette müşterilere teslim etmek, alıcıya ve personeline Heilderberg makinalarının nasıl kullanılacağını öğretmek ve onlara lüzumunda yardım etmek.”
Blümel yönetimindeki Burkhard Gantanbein “matbaacılık şubesi”, yalnız Heildelberg makinaları satmakla kalmadı elbette. Miller matbaa makinaları, Martini harman makinası, Fry mürekkepleri, Soag Yogger kağıt düzeltme makinası ve matbaacılık sektörünün her türlü ihtiyacı şubenin ilgi alanına girmekteydi. Ama esas ünlerini, Heilderberg ve Blümel adları sağlıyordu. 1967 yılında 500. Heilderberg Türk Tarih Kurumu Basımevi’ne satıldı. Burkhard Gantanbein firmasının sahibinin ölümü üzerine, 1970 yılı başında Willi Blümel kendi firmasını kurdu ve Heilderberg mümessilliğini de buraya taşıdı. Aynı yıl 750. Heilderberg İzmir’de Ticaret Matbaacılık’a, 1973 yılında ise 1000. Heilderberg Özcan Ofset Matbaası’na monte edildi. “Willi Blümel İthalât” şirketinin de çapı iyice büyümüş, 40 kişilik bir kadroya ulaşmıştı. Artık Heidelberg’in yanında Monotype dizgi makineleri, Polar giyotinleri, Stahl katlama makineleri, Kale ozosol kalıpları, Agfa ürünleri, Böttchert merdaneleri, Basf baskı kalıpları gibi tanınmış dünya markalarının temsilciliğini de üstlenmişlerdi.
Yaldız baskısı nasıl yapılır?
Willi Blümel’in Heilderberg’i Türkiye’ye getiren ve tanıtan kişi olması önemlidir, ama ününü sadece bu özelliği ile kazanmamıştır. Blümel, Türkiye’de matbaacılığın gelişmesi için çaba gösterenlerin isimlerin başında gelir. Adı Blümel’le birlikte anılan yine bir öncü matbaacı olan İbrahim Bilge, “Willi Blümel, yetiştiriciliği, yayınlara yardımı, matbaa kuranlara hizmetleri ve tavsiyeleri ile sevildi ve saygın oldu,” diye altını çizer bu durumun. Kemal Matbaası’nın sahibi Kemalettin Dikici’nin bir anısı ise bu özel durumu çok iyi özetlemektedir: “1957 ya da 1958 yılı idi. Bay Blümel henüz Karaköy’deki yerinde. Ben de bir yaldız baskısının iyi bir şekilde ve arka vermeden nasıl basılacağını sordum ve birden kendimi 5-6 saat süren bir seminer çalışmasının ortasında buldum adeta. Hoca Bay Blümel’dir, öğrenci de tek başıma ben… Yemek zamanı gelip geçiyor. Bana yaldız baskı tekniği üzerine söylenecek hemen herşeyi anlatıyor ve gösteriyor. Sonunda zamanın fazlası ile geçtiğini farkediyor ve ‘dersini’ bitiriyor: ‘Kemal Bey’, diyor, ‘Sadece makine almak isteseydin, sana 15 dakikadan fazla ayıracak zamanım olmazdı. Ama madem ki sanatını geliştirmek, yeni bir şeyler öğrenmek istedin, işte sana bildiğim herşeyi anlatacak zamanı da ayırdım.’ Bay Blümel bütün ömrü boyunca tüm müşterilerine hep bu gözle bakmıştır. Onlar sadece ‘makine alıcıları’ değildir. ‘Makineyi en iyi nasıl kullanıp, değerlendirmesini bilmek zorunda olan’ matbaa sanatçılarıdır. Bu nitelikleri ile bitmeyecek dostluğu da birlikte alıp gideceklerdir.”
Blümel Türkiye’ye ayak bastığı günden itibaren mesleğini daha geniş kitlelere öğretmek ve geliştirmek için gayret gösterdi. Bunun nedenlerini 1980 yılında yaptığı bir konuşmasında şöyle açıklıyordu: ““Ben 45 yıldır geçimimi Tükiye’den temin ediyorum. Daha önce Almanyada yaşadım. Çocukluğum, çıraklığım ve kalfalığımın bir bölümünü orada geçirdim. Çıraklığa başladığım andan itibaren matbaacılık dergilerini okudum ve branşımıza ait kurslara katıldım. Bu katılış ta Türkiyeye gelinceye kadar sürdü. Orada öğrendiklerimden bugün dahi yararlanmaktayım. Bir işin nasıl yapılacağını ve yapılabilinmesini matbaalardan ve ustalarımdan gözle çalarak öğrendim. Fakat bunların nedenlerini ve teorilerini dergilerden ve kurslardan öğrendim. Türkiyeye gelir gelmez derhal bu yayınların ve kursların nerede yapıldığını araştırmaya koyuldum. Fakat böyle bir şeyin olmadığını, hayretle öğrendim. O zaman hemen karar verdim. Madem böyle şeyler yok, bunları yapacak arkadaşlar bulmalıyım. Aksini düşünmek aklımın köşesinden bile geçmiyordu. Elbette yapılması gereklidir diyordum.”
Matbaacılık sektörüne önemli katkılar
Willi Blümel işte bu anlayışla, başta İbrahim Bilge olmak üzere yakın arkadaşları ile birlikte, matbaacıları teknik açıdan yetiştirmek için çaba göstermiştir. İbrahim Bilge anlatıyor: “İlk kursları 1962, 1963 ve 1964 yıllarında tertipledik. Ebussuut Caddesinde tertiplenen kursun hocaları kuvvetli arkadaşlardı. Prof. Emin Barın, Kâmil Erçin, Mustafa Arsever, Mustafa Aslıer, İsmail Bengi, Cemal Öztulca, Engin Tör, Sait Yada ve ben, dersleri paylaşmıştık. Kurslar çok faydalı oluyordu. Çeşitli matbaalardan gelen genç çırakların yetişmelerine yardımcı oluyorduk. Hatta bu kurslara matbaa sahipleri ile matbaa müdürleri bile geliyorlardı. Daha sonra bu kurslar İzmir’de Ticaret Matbaası’nda tekrarlandı. 1966-1967 yılları arasında Willi Blümel yazıhanesini Karaköy’den bugünkü yerine, Türbe’ye, çok sevdiği arkadaşı Prof. Emin Barın’ın Boyacı Ahmet sokaktaki yerine nakletti. Yeni yer çok genişti, son kursları burada devam ettirdik.”
Willi Blümel bu kurslardan çok daha önce, matbaacılık sektörüne seslenen bir dergi çıkması için de yoğun çaba sarfetmişti. 1949 yılında çıkan İşte Babıâli adlı derginin baş destekçilerinden olmuş; yazıları ve ilanları ile derginin sürekliliğini sağlamıştı. Dergi bir yıl sonra matbaacılıktan çok gazetecilikle ilgilenmeye başlayınca, bu kez Kamil Erçin’le birlikte Matbaacılık Dergisi adlı ömrü uzun sürmeyen bir dergi çıkarmaya başladı. Çok daha sonraları Basmen Bülteni’nin doğuşunda ve dergi haline gelme sürecinde de önemli katkıları oldu. Blümel’in matbaacılık sektörüne yayıncılık alanındaki bir diğer önemli katkısı ise Sait Yada ile birlikte hazırladıkları “Matbaacılık Terimleri Sözlüğü” oldu
Willi Blümel’in bir diğer yönü de, matbaacılık sektörünün örgütlenmesi yolundaki çabalarıdır. Bir dönem yaptığı “perşembe toplantıları” iyice ün kazanmıştı. Perşembe günleri sayılı matbaacıları çok sevdiği Kumkapı meyhanelerinden birisinde bir araya getirirdi. Ankara’dan Hami Kartay, Gökmen İğdemir; İzmir’den Tacettin Ersoy, Mehmet Yılmaz; Adana’dan Kemalettin Dikici, İstanbul’dan Dursun Çolakoğlu bu toplantıların aşina isimleriydi. Ardından İstanbul’un önemli matbaacılarını bir araya toplayarak bir “Grafik Kulüp” kurulmasını önerdi. Ahırkapı’daki Kalyon Oteli salonlarında yapılan toplantılar önce ilgi gördü, ama devamlılık sağlanamayınca kulüp doğmadan öldü.
Blümel, İbrahim Bilge’nin başlattığı ve matbaa emekçilerini biraraya getiren “börekli sohbet toplantıları”nın da baş destekçilerinden oldu. Daha sonra bu çalışmalardan doğan Basım Mensupları Derneği’nin de fahri başkanlığını üstlendi. Kendi şirketinin içinde bir mekan vererek, derneğin kurslarının sağlıklı yürümesini sağladı.
1984 yılında ölümünün ardından İbrahim Bilge şöyle yazıyordu: “Bundan sekiz ay evvel Almanya’da yaptırdığı bir barsak ameliyatından sonra düzelemedi. İki ay evvel girdiği yataktan bir daha çıkamadı. Yattığı sürece haftada iki gün kendisini ziyarete gider, arkadaşlardan ona, ondan arkadaşlara selâm götürüp getirirdim. Zira hasta yatağında kimseyi kabul etmiyordu. Buna rağmen iyi olmak için büyük bir mücadele veriyor, hastalığından bahsetmiyor, her ziyaretimde dernekten, dergiden bahis açıyor, sağlığını sorsam, kâğıttan, boyadan konuşalım diyordu. 29 haziran günü akşamı kendisini ziyaret ettiğim zaman daha ağırlaştığını gördüm. 1 Temmuz 1984 Pazartesi akşamı saat 17.30 da öldüğünü duyunca Türk basım âleminin çok büyük bir insan kaybettiğine inandım.”
Mazhar Apa, Blümel için şunları söylüyordu: “Bu yokuştaki matbaacılar kendisine Baba diye hitap ederler. O da bütün matbaacıları evlâdı gibi sever, onlardan yardımını hiçbir zaman esirgemez.“ Willi Blümel, Türkiye matbaacılık tarihinin sayısı çok az olan efsanelerinden biridir. Ölümünün 25. yılında kendisini saygıyla anıyoruz.

19 Temmuz 2009 Pazar

ARŞİVDEN


AYA SEYAHAT… BİR, İKİ !
Tam da kırkıncı yılında... Hani bir zamanlar aya seyahat etmişlerdi ya...

John F. Kennedy, ABD'nin 35'inci başkanı olarak göreve gelişinden hemen sonra, 30 Ocak 1961 günü yaptığı basın açıklamasında uydu geliştirme programının ayrıntılarını açıklarken şunları söylemişti: “Sovyetler Birliği dahil tüm ülkeleri yeni bir uydu haberleşme ve hava tahmin sistemi programına ve birgün belki de evrenin en derin sırlarını keşfetmemizi sağlayacak olan araştırmalar için uzak gezegenlere Mars'a, Venüs'e bizimle birlikte seferler düzenlemeye hazırlanmaya davet ediyorum.”

Bu açıklamaya rağmen Sovyetler’le rekabet olanca hızıyla sürüyordu. Soğuk savaş yıllarıydı. Başkan Kennedy, NASA’ya arayı açmaları için gereken her şeyi yapma emrini vermişti. 1962’de kesin hedef belirlendi; aya gidilecekti. Başkan daha 25 Mayıs 1961 tarihli konuşmasında şöyle diyordu: “Bu milletin aya insan göndermeyi başaracağı gibi, aynı insanı salimen geri getireceğine de inanmaktayım.” Amerikanın Sesi Radyosu’nun Türkiye’de yayınladığı Aralık 1962 tarihli bültenindeki “Ay Feza İstasyonu” başlıklı yazıda ise, Florida’daki Cape Canaveral üssünde C-5 Saturn adlı dev bir feza roketinin inşa edildiği duyuruluyordu. “Bu dev roket inşa faaliyetlerinin sonunda bir gün Apollo feza gemisini de taşıyarak üç Amerikan astronotunu aya götürecektir.”

Söylenen her şey harfi harfine tam yedi yıl sonra hayata geçirildi. 1967 yılında başlayan Apollo projesi çalışmaları, 1969 yılının Temmuz ayında meyvesini verdi. O günlerde gazetelerin tür bir başlıkla, “Çağın en büyük olayı: Ayın Fethi” gerçekleşti. Bu olayın ardından yayınlanan, benzerleri piyasada pek sık görülen bir kitaptan, Renkli Uzay Ansiklopedisi’nden aktarıyorum:

“Apollo projesine dahil uçuşlardan 5’incisi olan Apollo 11, insanlık tarihine büyük bir zafer getirmiş ve uzay çalışmalarında yeni bir çığır açmıştır. Apollo 11’den önceki uçuşlarda insanın aya inebilmesi için gerekli araştırmaları yapan bilim adamları, bu uçuşta ilk insanı aya indirmeyi başarmışlardır.
Apollo 11 uzay aracı ile fırlatılan Neil Armstrong, Edwin Aldrin ve Michael Collins adlı üç astronottan Neil Armstrong ve Edwin Aldrin aya inmişler ve burada 2 saatten fazla bir müddet kaldıktan sonra tekrar dünyaya dönmüşlerdir. 8 gün süren ay yolculuğunda üç astronot 800 bin kilometrelik bir yol katetmişlerdi.”

İyi şanslar Mr. Gorsky

Aya inişin görüntüleri, 1950’lerden beri uzaya yerleştirilen uydular aracılığıyla tüm dünyadaki insanların evlerine aktarıldı. Dünya bir anda tek bir mekân haline geliverdi. Belki de bugün artık globalleşme dediğimiz olgunun başlangıcını da bu olaya tarihlememiz gerekiyor. Aya seyahat gökyüzüne bakışımızı değiştirmekle kalmadı, dünyaya da başka türlü bakmamızı sağladı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamazdı...

Burada işin bilimsel yönüne bir nokta koyup, teferruatla ilgilenmenin zamanı geldi. Önce size aya seyahatle ilgili en ünlü internet geyiğini aktarayım. Aktaracağım bilgilerin doğruluğu onaylanmadıysa da, yanlış olduğunu da kimse açıklamadı. Apollo 11 yeryüzüne döndüğünde yapılan basın toplantısında, astronot Neil Armstrong aya ayak basışıyla ilgili olarak ünlü “Bu benim için küçük, ama insanlık için dev bir adımdı,” diye başladığı sözlerini şöyle noktalamıştı: “İyi şanslar Mr. Gorsky.”

O dönemde bu sözler üstünde pek durulmadı. Kimileri Gorsky’nin eski bir Sovyet kozmonotu olduğunu düşündüler belki. Ya da Nasa’daki bir yahudi bilim adamı… Ama gerçek, bu açıklamadan tam 26 yıl sonra ortaya çıktı. 5 Temmuz 1995 tarihinde Arsmstrong’un Florida, Tampa Bay’de yaptığı basın toplantısında, bir gazeteci bu eski konuşmayı hatırlatıp, Mr. Gorsky’nin kim olduğunu sordu. Armstrong, artık Mr. Gorsky hayatta olmadığı için cevap verebileceğini söyledi. Açıklaması özetle şöyleydi:Neil küçük bir çocukken, kardeşiyle arka bahçede beyzbol oynarmış. Kardeşinin vuruşuyla top yan bahçeye düşmüş. Komşuları ise Mr. Ve Mrs. Gorsky… Neil topu almak için bahçelerine geçtiğinde, Mrs. Gorsky’nin kocasına şöyle bağırdığını duymuş: “Oral seks ha?! Oral seks mi istiyorsun? Buna ancak yan komşunun oğlu ayda yürüdüğü zaman kavuşabilirsin!”

Amerikan evlerinin arka bahçeleri bırakıp sevgili ülkemize gelelim. İnsanoğlunun aya ayak basması tüm dünyada olduğu gibi, bizde de büyük yankı uyandırdı. Gazete ve dergiler aylarca bu konuyla ilgili haberler, fotoğraflar yayınladılar. Özel ekler yapıldı. Köşe yazarları sütunlarını bu konuya ayırdılar. Felsefecilerimiz bile bu etki altında makaleler kaleme aldılar. Macit Gökberk, bu seyahatin gerçeklemesinin “hayatın her alanında masalı ortadan kaldırmak yolunda olan aklın olgunlaşması”nı sağladığına işaret ediyordu: “Nitekim bu gidiş, bin yıllardır masalların ayın üstüne örttükleri büyülü perdeyi kaldırmış, altından kül rengi tozları, sivri kayaları, irili ufaklıklı kraterleriyle ayın katı gerçeği ortaya çıkmıştır.” Orhan Duru da daha sonraki yıllarda işin benzer ama başka bir yönüne işaret etmişti: “ (…) Pek çok yazar ay yolculuğunu konu olarak ele almıştı. Onların düşleri artık gerçekleşti bugün. Ay yolculuğu yapıldı. İnsanoğlu aya ayak bastı. Ay yüzeyinde yürüdü. Gözlemler yaptı. Örnekler toplayarak dünyaya döndü. Böylece bilim-kurgu yazınının önceden haber verdiği bir düş daha gerçekleşmiş oldu. (…) İnsanoğlu aya ayak bastıktan sonra bilim-kurgu yazarları için ay yolculuğu konusu kapanmış sayılır. Ama uğraşacakları sonsuz başka konular vardır önlerinde: Merih, Zühre ve bütün öteki gezegenler, en yakın yıldızlar ve galaksiler, bütün Samanyolu açıktır onlara.”

Feza modasına uygun giysiler

Aya ayak basma olayının gerçekleşmesinden hemen sonra tüm dünyada bir feza modası” salgını başladı. Birbiri ardına şarkılar yazıldı, şovlar düzenlendi. Türkiye de bu akıma kendini kaptırdı. Günaydın gazetesinin haftasonu eki 31 Ağustos 1969 tarihinde bizi bu önemli gelişmelerden haberdar ediyor. Gazetede yer alan habere göre feza modasına bizde ilk olarak Sevim Tuna ve Erol Büyükburç ayak uydurmuşlar ve “asrın bu olayından faydalanarak dekor ve sahne kıyafetlerini feza çağına göre düzenlemişlerdir.”

Feza şovu ile ilgili olarak sekiz yeni tuvalet yaptırmış olan Sevim Tuna’nın gazetede çıkan sahne fotoğraflarına bakıyoruz. Kıyafetlerde benim farkedebildiğim özel bir “feza” numarası yok. Sahnenin fonunda ise mavi zemin üzerinde yıldızlar ve önünde ay olduğunu zannettiğim bir yuvarlak var. Üzerindeki küçüklü büyüklü çemberler ise kraterler olacak. Ama esas sürprizi iç sayfalardaki fotoğraflarda farkediyoruz. Efendim, bu sahnesel dolunayın tam ortasında bir kapı var ve sanırım “feza şovu” sırasında bu kapı açılıyor ve Sevim hanım buradan arkaya doğru geçiyor (Her halde o sırada “Aya bak, yıldıza bak” şarkısını söylüyordur).

Feza modasına uyan ikinci sanatçımız olan Erol Büyükburç’un sahne dekorunun görsel aralizi ise şöyle: Arka planda Sevim Tuna’ya göre çok daha avantgard bir manzara yer alıyor. Gezegenler ve galaksi! Ama esas çarpıcı unsur Büyükburç’un kucağında sahneye çıkan (ve bir balon gibi içi hava doldurulmuş) astronot kıyafeti! Büyükburç bu astronotla hoplata zıplata allah bilir hangi dansları yapıyordu!

Yerli astronotlar

Aya seyahatin gerçekleşmesi, her yeni olayı vakit geçirmeden yaşamına katmasıyla ünlü Türk halkına yeni iş alanları da yaratır. Günaydın gazetesinde yer alan bir haberden öğrendiğimiza göre Aşık Kemal Dağlar (kendisini Astronot Pala olarak tanıtmaktadır) teleskopla aya baktırmak karşılığı 25 kuruşunuzu almaktadır. Üç teleskopu olan Pala, kendini şöyle tanıtır: “Ben astronotum. Fezayı çok iyi bilirim. Bütün gayretlerim vatandaşlarıma faydalı olabilmek. Onların kültürlerini arttırabilmek. “ Pala, röportaj yapılırken, etrafına toplananları görünce hemen durumu değerlendirip, bağırmaya başlar: “İyi bak vatandaş, şu bıyıkları iyi gör. Her yerde bulunmaz böylesi. Birazdan size ayı göstereceğim, aydaki ayak izlerini. Artık ayda ayak izi görmek mümkün, ama böyle pala bıyık görmek imkansız. Pala bıyıkları görmek ücretsiz, ayı görmek 25 kuruş.”

Astronot Pala Amerikalıların aya inişini adım adım takip etmiştir: “Dikkat kesilmiştim. Tereskopa [teleskopa böyle diyor] koyduğum ilave adeseler [mercekler] ile inişi görmek mümkün oldu. Herkesi çağırdım. Koşun dedim, aya iniyorlar dedim. O gün çift tarife yaparak 50 kuruşa seyrettirdim ayı. Herkes gördü benim tereskopumdan aya inişi.” Gazetenin muhabiri de merak ediyor haklı olarak. Peki, aya nasıl indi Amerikalılar diye soruyor. Astronot Pala bir an düşünüyor ve cevap veriyor: “Mülayim indiler.”

Bir başka astronot öyküsü ise Haldun Taner sayesinde gündeme gelir. Taner’in Türk tiyatro tarihine önemli bir katkı olan kabare tarzı oyunlarının üçüncüsü “Astronot Niyazi” adını taşır. Devekuşu Kabare Tiyatrosu için özel olarak yazılmıştır. 1969-1970 sezonunun başlangıcında, yani aya gidildikten hemen sonra oynanır. Bizim astronotumuz Niyazi, dolmuş şöförüdür aslında. Oyunda onu Metin Akpınar canlandırır. Armstrong ekibiyle birlikte uzay gemisine binen Niyazi’ye seyahatte gerekli olacak yemek hapını uzatırlar. Niyazi gülerek nazikçe reddeder: “Sağolun abiler. Ben öyle hapla doymam. Ben yemeğimi kendim getirdim.” Ve beraberinde getirdiği sefertasından pür iştah, pastırmasını, kuru fasulyesini, soğanını, ekmeğini çıkarır. Oyunun diğer bölümlerinde, o müthiş seyahati gerçekleştirmiş olan Niyazi’nin, İstanbul’daki dolmuşuyla Taksim’den Aksaray’a bile gidemediğini görürüz. O da “eller aya biz yaya” öğretisinin altını çizer. Ayrıca insanoğlu hiç bir yerde değişmemektedi, ayda bile:
“İnsan aynı her yerde
Münakaşa mücadele
Karaborsa ve bol rüşvet
Burda değil, ayda bile.”

Türk şiirinde aya seyahat

Aya seyahatin her alanda olduğu gibi şiir dünyamızda da yankılar yaratması doğaldı. O zaman yazılan şiirlerden bazıları kitaplara girdi, bazıları ise yıllıklarda kaldı. Örneğin 1970 Varlık Yıllığı’nda Muzaffer Uyguner, “Merhaba Ay” başlıklı şiirinde şöyle diyordu:
Balmumu kanatları erimişti İcarus’un,
Tükenmişti kollarındaki güç Hezarfen’in,
Ama büyük gücüyle Apollo’nun
Vardık sana da işte.
Ay, merhaba!

Ülkü Tamer ise “Ay Yolunda” adlı şiirinde aya seyahatin televizyona yansımasının yarattığı çağrışımlara kulak verir ve sonunda astronotların ruhuyla özdeşleştirir kendini:
Bütün dünya bize bakıyor şimdi;
biz dünyaya bakıyoruz,
sınıflarda gjrdüğümüz kürelerin biraz büyüğüne.

Ferhan Şensoy’un Gündeste’sine ise şöyle yansır ay seyahati:
temmuzun sonudur amerikalılar inerler aya
ayın şiirinin ırzına geçilmiştir artık
artık kaltaktır ay amerikalılarla geçirmiş geceyi
inanmaz ahçı mevlüde hanım fotoğraflara
inatçıdır müslümandır ikna olmaz
aya çıkılır mıymış
gidip fotoğraf çektirmişler yıldız dağında
sivaslıdır dağ diye bildiği yıldız dağı.

Ama Türk şiirinde aya seyahatle ilgili doruk noktası mütevazi bir emekli albaya; Cemalettin Oğuztan’a aittir. Bu mümtaz şahsiyetin Akrostişlerle İnsanlığa Doğru isimli kitabında yer alan “Aya İlk Kez Varanlar” şiirini ek olarak aşağıya aldık. Sağdan sola ve yukardan aşağı doya doya okumanız için.

Şiir dışında edebiyatımıza aya seyahatin ne kadar yansıdığını saptamak kolay değil. Benim hatırladığım en önemli ürün Adalet Ağaoğlu’nun Sessizliğin İlk Sesi adlı bulunan “H” adlı öyküsüdür. Mizah öykülerine ise elbette bol bol malzeme olmuştur ay seyahati. O dönemlerin Akbaba dergilerinde konumuza uygun bir çok karikatür ve öyküye rastlanır. Aziz Nesin 1973’de önce dergilerde yayınlanan, 1976 yılında Duyduk Duymadık Demeyin adıyla piyasaya çıkan kitabında (daha sonraki baskılarında Seyyahatname adını almıştı) İstanbul’un keşmekeşi ve ilkelliğinin karşısına aya seyahat olayını yerleştirir. İstanbul’u gezen Bayan Redmavs’ın akrabası Amerikalı astronot da aynı sıralarda ay yolculuğuna çıkmıştır. Bulundukları uzay gemisi havalanır, dünyanın çevresini defalarca döner, sonunda aya yaklaşır. Bu gelişmeleri radyodan naklen yapılan yayından öğreniriz. Kitap boyunca izlediğimiz bu serüven nihayetinde mutlu bir sona kavuşur: “Biz evden yola çıkarken, astronot da yeryüzünden yola çıkmıştı. Ama o Ay’a inmiş, biz daha İstanbul içindeki gezimizi bitirip sağlıkla evimize dönememiştik. Tabii kitap bu tür öykülerin mâlum sonucuna ulaştırır bizi: “Eller giderken Ay’a / Gidemeyiz biz yaya/ İlerlenmez yoldaşım/ Yerinde saya saya.”

Bir dönemler her şeyin başına “asrî” sıfatının konması gibi, şimdi de moda olan sözcük Apollo’dur. Apollo Seyahat ile yola çıkılır, Apollo marka oyuncaklar alınır, Apollo için yazılmış şarkılar mırıldanılır . Kimse bu adın eski bir Anadolu tanrısı olan Apollon’dan geldiğini hatırlamaz bile. Bu alanda önemli katkı da Apollo Plak adlı bir şirketin faaliyete başlamasıdır (ne çare ki yayınladıkları plakların hiç biri uzayla ilgili değil, bendekiler Sokak Çocuğu Ali’nin ağlamalı sızlamalı şarkıları). Apollo Plak tarafından yayınlanmayan çeşitli 45’liklerde ise aya seyahat konulu skeçler karşımıza çıkar.Ali Avaz “Ali Aya Gidiyor”u, Karakediler “Aya Seyahat (Apollo 11)”i, Ateş Böcekleri “Memişle Derviş Fezada”yı hizmetlerimize sunar. Velhasıl aya seyahat bizi o zamanlar iyice teslim almıştır. Tam 35 yıl önce…

EK
AYA İLK KEZ VARANLAR

Armstrong, Aldrin, Kollins üç astronot
Yükselirken kamere yapmadılar hiçbir pot
Ayda gezdi ikisi zaten Kollins baş pilot
İlim yenerek cehli gözlerde yandı katot
Lafla olmaz diyenler şaşırdı oldu iyot
Kullan müsbet ilimi dilinde olmazı yut
Kalpler birleşti o an nabızlar tansiyon hot
Eriştik aya diye bıraktılar orda bot
Zaferden çelenk ördü bu üç cesur kozmonot
Vardık, gördük, yürüdük diye koydular bir not
Arşı öğrenmek için aya açtılar bir port
Rüyalar diyarına yaptılar hep birden sort
Antreman yapmağa arıyormuş gibi kort
Negahan bir şerefin uğruna kırdılar rot
Lakin hava pek soğuk orda giyilmiyor şort
Aya seyahat için milletler olmalı lort
Riyakar yobazlar hep bu işte oldular mort.

Emekli Albay Cemalettin Oğuztan,
Akrostişlerle İnsanlığa Doğru isimli kitabından 1973


EK
Aya seyahatin ardından on şarkı

David Bowie, Space Oddity
Byrds, Armstrong, Aldrin and Collins
R.E.M. Man on the Moon
The Police, Walking On The Moon
Talking Heads, Moon Rocks
Prefab Sprout, Moondog
Adrian Belew, The Man In The Moon
Inspiral Carpets, Saturn 5
ELO (Electric Light Orchestra), Ticket to the Moon
The Cramps, Rock on the moon

TOPLUMSAL TARİH dergisinden


ADALAR REVÜSÜ
Adalar Müzesi’nin kuruluş çalışmaları sürmekte. Ağustos ayında Büyükada Adaevi’nde yapılan çalışmaları anlatan bir de sergi açılacak. Bu vesileyle bundan tam 75 yıl önce “Adaları Güzelleştirme Cemiyeti” tarafından Ekrem ve Cemal Reşit Rey kardeşlere ısmarlanan bir revüyü tanıtmak istedik. 1934 yazı, Şehir Tiyatrosu sanatçıları tarafından oynanan bu şenlikli “Adalar Revüsü” ile daha keyifli geçmişti.

Yıl 1934. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun ana mekanı Tepebaşı’ndaki tiyatro binasıdır. Hemen yanında Tepebaşı Belediye Bahçesi, bu bahçenin yazlık sahnesi ve az ilerde de Pera Palas’ın hemen yanıbaşında bir Gardenbar yer almakta. Bu mekanları uzun yıllardır işleten İstanbul’un ünlü emprezaryoları Lehman ve Arditi efendilerin kontratları sona ermişitir. Belediye Başkanı Muhittin Bey de bu iki yerin mukavelesini yenilemez.

Vasfi Rıza Zobu anlatıyor devamını: “Maaşlarımız kıt kanaat. Onlara zam yapacak takat Belediyede yok. Bahçe ile Gardenbarın Belediyeye temin edeceği kira devede kulak. ‘Bu iki yer Şehir Tiyatrosu sanatçılarına tahsis edilirse, onlar bir kooperatif kurar işletirlerse, maddi menfaat temin ederler de geçimlerine medar olur,’ diye düşünmüşler. Biz de bu teklifi piyango vurmuş insanlar gibi sevinçle karşıladık."

Bir idare heyeti kurulursa da, sonunda işler Muhsin Ertuğrul ile Emin Beliğ’in sırtına kalır. Bahçenin açılışı 14 Haziran 1934 tarihinde cazbant ile yapılır. Halk bahçeyi doldurmakta, cazbant çalmakta ve ortadaki pistte sabahlara kadar dans edilmektedir.

Yine Vasfi Rıza’ya başvuralım: “Büyükada’da Adaları Güzelleştirme Cemiyeti" ismiyle bir dernek kurulmuş. Kendilerine gelir sağlamak için, Ekrem Reşit’le mutabık kalmışlar. O, bir ‘Adalar Revüsü’ yazmış. Bunu da Cemal Reşit bestelemiş. Bizimkilerle de anlaşmışlar. Yat Kulüp’ün bahçesinde yapılan bir sahnede oynanacak. Hastalık bahane ederek katılmak istemedim bu cümbüşe. Olmadı; mecbur kaldım. 12 Temmuz gecesi oynadık. Tuttu, beğenildi. Durur muyuz, kooperatifimiz var! Tepebaşı bahçesi bizim. Revüyü oynamaya müsait koca bir sahnesi mevcut. Ada’daki muvaffakiyetten bir hafta sonra, kendi hesabımıza Tepebaşı’nda bu revüye başladık. Perşembe, Cuma, Cumartesi, Pazar akşamları oynuyoruz. Diğer akşamlar yine cazbant çamıyor, halk oynuyor.”

“Adalar Revüsü” hakkındaki bilgilerimiz yakın bir zaman kadar bu kadardı. Ama kısa bir süre önce elimize geçen revünün broşürü sayesinde artık daha fazla bilgi sahibiyiz. Artık “Adalar Revüsü” adlı bu kitapçığın sayfalarını açabiliriz.

36 sayfalık broşürümüz4, o yılların pek ünlü isimleri olan Ekrem ve Cemal Reşit Rey’in kaleme aldığı bir sunuşla başlıyor. Sanatçılar “sevgili okurlarını” önce revü konusunda aydınlatıyorlar:

“Bizden bir rövü [o zamanlar revü değil rövü deniyormuş] istenildiği zaman hem memnun olduk, hem de endişelere kapıldık. Sebebi bizde henüz revü oynanmamasıdır. ‘Üç Saat’ veya ‘Lüküs Hayat’a rövü diyen olduysa yanılmıştır, zira bu iki operette baştan sona kadar tek bir mevzu serdedilmiş, inkişaf ettirilmiş ve temsilin sonunda neticelendirilmiştir. Halbuki rövüde tek bir mevzu yoktur. Rövü muhtelif ve birbirile hiç bir alâkası olmayan birçok mevzudan ibaret bir temsildir. Bu mevzular kâh eğlenceli, kâh acıklı olur...

Esasen rövünün iki şekli vardır. Birinde dekora, kostüme, dansa zerre kadar ehemmiyet verilmeksizin mizaha istinat edilir, Paris’te ‘Chansonniers’lerin küçücük tiyatrolarında olduğu gibi. Bu şekil rövüye ‘revue satirique’ denir. Diğeri de ‘Casino de Paris’, ‘Folies Bergeres’ vesaire ‘müzik hol’de oynanan rövüdür ki, bunda yalnız dekorlara, kostümlere, danslara, renklere, ışıklara ehemmiyet verilir.

Biz de bu ‘Ada Rövüsü’nde rövünün bu iki şeklinden hariç kalmak mecburiyetinde bulunduk, daha doğrusu ikisine de hafifçe temas etmekle iktifa ettik.”
Rey kardeşler daha sonra bunun bir ilk tecrübe olduğunu, ama “zerre kadar korkuları olmadığını”, zira revü “Şehir Tiyatrosu’nun büyük ve kıymetli sanatkârları tarafından” oynanacağı için gönüllerinin ferah olduğunu söylerler.
Broşürün bundan sonraki 18 sayfası sanatçıların vesikalık fotoğrafları ile doludur. Ama hemen ardından revüde yer alan “Büyükada”, “Hayırsız Adalar”, “Ah sevgilim”, “Balon”, Ah laternamu!” şarkılarının söz ve notaları yer almakta. En sonda da revünün sahneleri ve oyuncuları sıralanmakta.

Revünün sahnelerini ve bu sahnelerde kullanıldığını düşündüğümüz şarkı sözlerinden alıntıları aşağıya aktarıyorum:

1. Neş’e – Zinet

(Oyuncular: Zinet: Zehra [Bilir ?] hanım, Neş’e: Hüseyin Kemal [Gürmen] bey)

2. Güzel Adalar
(Kınalıada: Şevkiye [May] hanım, Heybeliada: Feriha [Tevfik] hanım, Burgazada: Cahide [Sonku] hanım, Büyükada: Semiha [Berksoy] hanım)

3. Hayırsız Adalar
(Sivriada: Hazım [Körmükçü] bey, Yassıada: Vasfi Rıza [Zobu] bey)

Bundan önceki bölümde “güzel adalar” tek tek kendilerini tanıtırlar. Bunların arasına alınmayan “hayırsız adalar” da bir yakınma şarkısı söylerler:
Alem zevkde sefada!/ Bizler kaldık ortada/ Davet olmuş her ada!/ Bize yer yok burada!/ Yok muyuz biz sırada!/ Değil miyiz biz ada!/ Gözümüz yok parada!/ Olalım bir arada!

4. Deli Aşık
(Deli Aşık: Galip [Arcan] bey)

5. Şetaret Bacı isyan ediyor
(Şetaret Bacı: Behzat [Butak] bey)

6. Tarzı Talâkki
(Hoşgören Bey: Emin Beliğ [Belli] bey, Başgarson: Sami [Ayanoğlu] bey, Mahdum: R. Kemal [Arduman] bey, Zirzop Bey:Muammer Ruşen [Karaca] bey, Vahden Bey: Mahmut [Moralı] bey, Kaynana: Halide [Pişkin] hanım, Gelin: Cahide [Sonku] hanım.)

7. Ah Sevgilim (Tango)
(Birinci hanım: Feriha [Tevfik] hanım, İkinci hanım: Semiha [Berksoy] hanım)
Hüzünlü bir tangoyu belli ki bir düet biçiminde söylüyorlar:

Sessiz, hazin bir bahçede, bir gül açtı,
Gül,yaz bitti!... Aşıkların yazla kaçtı!...

8. Misafirler
(Evdoksiya: Şaziye [Moral] hanım, Öripidi: Hazım [Körmükçü] bey)
Revünün belki de ilginç şarkısı olan “Ah Laternamu!”, Yunanistan’a göç sonucu gitmiş olan İstanbullu Rumların, Büyükada’yı ziyaretlerini anlatıyor:

Biz Atina’dan geldik burada/ İsteriz görmek su Büyükada/
Pire’den bindik güzel vapurda/ Doğrudan geldik simdicik
burda/ Biz zok severiz, kale, Türkyada/ Yok Türkya gibi baska
dünyada/ Ma yazık oldu, oldu zok fena/ Kalmamıs burda bizim
laterna!

Ah pateramu, ah pateramu/ Nerede gitti, ah laternamu/
Ah kaymenimu, ah kardiyamu/ Pu ise, kale, ah laternamu!

Zok güzel her sey, poli oreya/ Biz keyif izin geldik buraya/
Yalnız eğlenze, baska yok dulya/ Ti na kamome boyledir
dunya/ Var sizde her sey, süslü madama/ Var kibar beyler,
hepsi var ama/ Ma yazık oldu, oldu zok fena/ Kalmamis
burda bizim laterna!

9. Deniz Canavarı
(Şair balıkçı: Talat [Artamel] bey, Tonton: Vasfi Rıza [Zobu] bey, Zirzop: Muammer [Karaca] bey, Şişman bey: Sait [Köknar] bey, Canavar: Feriha [Tevfik] hanım, Rabıtalı hanım: Şaziye [Moral] hanım, Kaynana: Halide [Pişkin] hanım, Rüstem: Hazım [Körmükçü] bey, Çocuk: Ferih [Egemen] bey.

10. Balon!
(Baloncu kız: Şevkiye [May] hanım, Baloncu delikanlı: Muammer [Karaca] bey.)
“Balon” şarkısında, Şevkiye May’ın söylediğini düşünürsek, biraz erotik çağrışımları da olan sözler bulabiliriz:

Balonlarım pek iridir/ Halis yerli balonları!
Balonlarım taş gibidir/ Hele tutun bir onları!

11. Güneş Banyosu
(Şık bey: Muammer [Karaca] bey, 2. Küçük hanım: Nezihe [Becerikli] hanım, Haremi: Şayeste [Ayanoğlu] hanım, 1. Küçük hanım: Saniye hanım, Delikanlı: R. Kemal [Arduman] bey.

12. Sporlar
(Tenis: Muammer Ruşen [Karaca] bey, Futbol: Şevkiye [May] hanım, Yüzme: Hüseyin Kemal [Gürmen] bey.)
Anlaşılacağı üzere bu bölümde spor kollarını kişileştirmişler! İşin ilginç yanı futbolu bir kadının, Şevkiye May’ın canlandırması...

13. Doktör Mabüz
1933’de Fritz Lang’ın çektiği Dr. Mabuse filmi herhalde İstanbul’da gösterilmeye başlanmıştı. Bu popülariteden yararlanılarak yazılmış bir skeç olduğunu sanıyorum.
(Dr. Mabüz: İ. Galip [Arcan] bey, Teddy: N. Mahfi [Ayral] bey, Hasta 1: Behzat [Butak] bey, Hasta 3: Necla [Sertel ?] hanım,Dorothy: Feriha [Tevfik] hanım, Aşık: Hazım [Körmükçü] bey,
Hasta 2: Mahmut [Moralı] bey.)

14. Final.... Büyükada!
Oyunun sonunda herhalde hep birlikte sahneye çıkıldığı için rol dağıtımı yazılmamış. Broşürde yer alan “Büyükada Şarkısı”nın da burada söylenmiş olması ihtimal dahilinde...

Adaların birincisi/ Marmara’nın bir incisi/ Büyük Ada!
Bir köşesi kalbimizin/ Sevgilisi hepimizin/ Büyük Ada!
Sana dünya olsun feda/ Büyük Ada!/ Büyük Ada!

“Adalar Revüsü” broşürü kurulacak olan Adalar Müzesi’ne bağışlanacak elbette. Belki bir panoda yer alacak sayfalarının yanında, kulaklı bir dinleme aleti de yer alır. Düğmesine bastığımız belki de Semiha Berksoy’un sesinden Büyükada şarkısını dinlememiz bile mümkün olabilir... Kimbilir...

7 Temmuz 2009 Salı

MÜZİK YAZILARI


SEMA. EFSANELERİ GÜNCELLEŞTİREN ŞARKICI
Sema yine yapmış yapacağını. Yine eski defterleri karıştırmış. Yine dünü bugünde yeniden yaratmış. Efsaneleri güncelleştirmiş. “Ekho 2- Efsane Hanımlar” albümü piyasada...

Sema’nın geçen yüzyılın başlarındaki kadın şarkıcılara olan tutkusu belli ki tüm hızıyla sürüyor. Yeni albümü yine o dönemin şarkılarıyla dopdolu. Söze bir teşekkürle başlıyor Sema albüm kitapçığında: “Teşekkürler sevgili Suzan Lütfullah, sevgili Seyyan Hanım, sevgili Mürşide Hanım, sevgili Şamran Hanım, sevgili Denizkızı Eftalya...”

Bu efsane kadınlar arasından biri oldukça öne çıkıyor. Albümde yanılmıyorsan tam yedi şarkısı bulunan Suzan Lütfullah... Gözler Sözler, İstanbul Hatırası, Seven Kalp Böyle Yanar. Memleketim, Rita Tango, Bir Martı Gibi, Çingene ve Vatan Hatırası. Suzan Lütfullah bilineceği gibi Gülriz Sururi’nin annesi ve Türkiye’nin batı standartlarında şarkı söyleyen ilk Türk primadonnası... Muhlis Sabahattin Ezgi’nin kurduğu Süreyya Opereti’nde Ayşe, Telefoncu Kız, Gül Hanım gibi operetlerde ün yapmıştır. Pek bilinmeyen yanı başarılı bir plak kariyeri de olduğudur. Eşi Lütfullah Sururi ile birlikte Almanya Hannover’deki Polydor Stüdyolarında, bir dizi plak doldurmuşlardır. Bunların bazılarında karı koca düet yapmışlar (Bir Buse ve Gel Öpüşelim gibi), diğerlerinde ise Suzan Lütfullah çoğu Sema’nın albümünde yer alan şarkıları okumuştur. Bu plakların müzik direktörlüğünü ise o dönemin ünlü orkestra şefi ( ve yine Süreyya Operası’ndan tanıdığımız) Karlo Kapoçelli yapmıştır. Şarkılar genel olarak o dönemin popüler Avrupa şarkılarından aranje edilmiştir. Yani Türkçe sözlü hafif batı müziğinin ilk adımları daha o yıllarda atılmıştır. Kapoçelli İtalyan kökenlerinden gelen bir güdü ile olsa gerek, İtalyan bestecilere öncelik vermiş. Manicinetti, Maritiotti, Kalman plak etiketlerinden okunabilen imzalar...

Suzan Lütfullah’ı çok genç yaşta, henüz 23’ünü sürerken ihmalkâr bir doktorun hatası sonucu safra kesesi iltihabının kana karışması yüzünden kaybetmiştik. Bu nedenle söz konusu plaklardaki sesler, ondan bize kalabilen çok az onının en önemli parçaları belki de.... Sema, Suzan Lütfullah’a olan bu tutkulu ilgisini daha önce “Seven Kalp Böyle Yanar” müzikli oyununda ve “Efsane Hanımlar” başlığı altında verdiği konserlerde de göstermişti. Şimdi bu tutkuyu kalıcı bir hale getiriyor.

Albümde şarkıları kullanılan diğer efsane kadınlar arasında tango tarihimizin gelmiş geçmiş en güçlü kadın sesi olan Seyyan Hanım, ilk radyo şarkıcılarından (daha sonra kocası izin vermeyince Meziyyet adını kullanan) Mürşide Hanım, kanto tarihimizin tartışılmaz erken dönem starlarından Şamran Hanım ve adı bile bir masal havası taşıyan Denizkızı Eftalya var. Herbiri için hâlâ niçin birer kitap yapılmadığının cevabını vermek ise pek kolay değil...

Sema’nın albümünde yer alan şarkıların sözleri de doğal olarak söz konusu şarkıcıların dönemini yansıtıyor. Daldan dala atlayan çalıkuşu edalı kızlar/ Gardenbar’da cebinden para sızdırılan taşralı mirasyediler/ Çapkın erkeklerin peşinden koşan çingeneler/ Kağıthane’de fistanını beline dolayan yosmalar/ Dünyayı gezmek için hızla sürülen otomobiller, şarkılarda fink atıyor... Tabii bol bol aşık olunuyor, uzaklarda bir keman çalıyor, bulutlar yine her akşam toplanıyor ve ruhlar derin bir kedere gark oluyor...

Dünden gelenlere ne eklemiş Sema? Bence çok şey... Bir kere şarkıların geçmişte kalmasını önlemiş. Taşplak kayıtları her ne kadar bir ölçüde CD’lere aktarldıysa da, bunlar bile ancak sınırlı bir meraklı kitlesinin ilgisini çekiebiliyor. “Ekho 2” albümü bu şarkıları, yeni kuşakların da dinleyebileceği bir teknik kaliteye ulaştırmış. Ama sadece bir “taşıma”, bir “aynen icra” değil yapılan. Sema daha önceki albümde olduğu gibi, hem dünü korumuş, hem de çağdaş yorumcu tavrını elden bırakmamış. Bu nedenle yapılan iş, hem geçmişe bir saygı duruşunu içinde taşıyor, hem de bugünün müzik dinleyicisi ile temas kurma şansını içinde barındırıyor.

Sema elbette bu başarılı albümü tek başına kotarmamış. Tamam alkışların çoğu onun. Ama orkestrasyonları yapan Cumhur Bakışkan’ın ve plakta yer alan müzisyenlerin katkıları da çok önemli. Artık belli ki, Sema ve orkestra tam bir uyum içinde podyuma çıkıyorlar! Ha bir de, Sema’nın bu taşplak mirasıyla tanışmasını sağlayan ve albümün danışmanlığını yapan Cemal Ünlü kardeşimizi de unutmamak gerekli... “Seven Kalp Böyle Yanar” oyununda başlayan bu omuzdaşlığın aynı sıcaklıkta sürdüğü görülüyor...

Bu albümün sonrası da gelecek galiba... Albümün kitapçığında şöyle yazıyor Sema: “Ben bu hanımlara meftunum... Bu benim için bir mutluluk... Beni böylesine etkiledikleri, beni böylesine yüreklendirdikleri, beni böylesine donanımlı kıldıkları için... Ben onların ‘ekho’su olmaya devam edeceğim...” Dünü bugüne bu denli başarıyla taşıdıkça biz de seni dinlemeye devam edeceğiz Sema. İçimizde yeni yankılar yaratmaya devam et...

30 Mayıs 2009 Cumartesi

MÜZİK YAZILARI


LHASA...BİR BÜYÜLÜ ORTAMDA
Lhasa kendi adını taşıyan üçüncü albümüyle yeniden hayranlarının karşısında. 2005 yılında İstanbul’da canlı olarak dinlediğimiz Lhasa’nın bu yeni albümü de birbirinden etkileyici şarkılarla dolu…

Lhasa ile yıllar once, bir Babylon Juke Box partisinde tanıştım. Ahmet Uluğ bir İspanyolca şarkı çalmaya başlamıştı. Birden olduğum yerde kaldım. Dipten, derinden, insanı tam yüreğinden yakalayan bir sesle karşı karşıyaydım. Ahmet’e ne çaldığını sorunca, Lhasa’nın ilk albümü La Llorona’nın kapağını gösterdi. Hemen kendilerini duendeli sanatçılar listeme aldım. Duende, bilirsiniz herhalde, Lorca sayesinde tanıdığımız bir kavram. Flamenko sanatçılarını anlatırken kullanır bu deyimi Lorca. Onların bilinçten değil, karanlık bir dünyadan, toprağın altından gelen bir güçten beslendiklerini söyler. Yaşlı bir gitar ustasından alıntı yapar hatta: “Duende gırtlakta bulunmaz; ayak tabanlarından yukarıya doğru, içeriden yükselir”. Ama bu kadar duende dersi yeter... Fazlasını merak eden Yapı Kredi Yayınlarında bir kaç yıl önce yayınlanan Federico García Lorca: Profil adlı kitaba baksın...

1998 yılında çıkan bu ilk albümünde Lhasa sadece İspanyolca şarkılar söyler. Meksika efsanelerinde, bildiğimiz Latin ritmlerinde dolaştırır bizi, ama bambaşka bir seda ekler bunlara. Müziğinde ve sözlerinde ışık ve karanlık; aşk ve hınç, umut ve hüzün birarada yer alır. “Müziğimin hem dramatik hem de sıcakkanlı olmasını sağlayan da bu,” diyor Lhasa ve ekliyor bir röportajında: “Hatta bu çatışma, varoluşumun özünü oluşturuyor. Işığa varabilmek için her zaman karanlık bir dönemden geçmem gerekir.”

Lhasa ile yüzyüze tanışmamız ise 2005 yılı Temmuz’unda oldu. Yeni albümü The Living Road’u dinleyeli bir yıl kadar olmuştu. Olağanüstü bir yol albümüydü bu. Lhasa sirkte çalışan ablalarıyla o şehir senin bu şehir benim gezmiş, gösterilerde şarkı bile söylemişti. Yani albüm yollarda gezerken hazırlanmıştı ve yollarda dolaşırken dinlemenin tadı da bir başkaydı. İstanbul Caz Festivali kapsamında Sepetçiler Kasrı’nda büyülü bir konser Verdi Lhasa. Kuliste tanıştık ve insan olarak da sihirli bir enerjisi olduğunun ayırdına vardık. The Living Road’dan parçalar çalmıştı çoğunlukla. İngilizce, İspanyolca ve Frasızca şarkılar söylemişti.

Yeni bir album için beş altı yıl beklememiz gerekti. Önce iki yıl süren turneler yaptı Lhasa. Ardından yeni şarkılar yazmak için evine kapandı. Ama sonunda oldu işte. Lhasa’nın bugünlerde Türkiye’de de piyasaya verilen albümü kendi adını taşıyor. Aslında tam adı Lhasa De Sela olduğuna gore, ilk ismini demek daha doğru galiba… Bu kez sadece İngilizce söylemeyi seçmiş Lhasa. Yine çok güzel şarkılarla çıktı karşımıza. Biraz daha kapalı, içe dönük bir album bu. İçine daha zor giriliyor, ama girdikçe daha çok etkiliyor insanı.

Lhasa bu son albümünün kayıtlarını geçen yıl yaşadığı kentte, Montreal’de bulunan Hotel2Tango stüdyosunda yapmış. Bu stüdyo analog kayıtlarla ünlü. Carla Bozulich ve Vic Chesnutt da son albümlerini burada kaydetmişlerdi. Stüdyonun başında Thierry Amar (Godspeed You! Black Emperor ve The Silver Mt. Zion Memorial Orchestra’nın kurucu üyesi) ve Howard Bilerman (Arcade Fire) var. Çoğunluğu canlı olan kayıtları da onlar yapmış. Prodüksiyon ve şarkı sözleri Lhasa’ya ait. Bestelerde ise birlikte çalıştığı topluluk üyelerinin katkıları var. Bu albüm için ilk ilişki kurduğu müzisyen arpist Sarah Page olmuş. Sarah, Lhasa’yı, kendi deyimiyle “hemen burnunun ucunda olan ama göremediği” diğerleriyle tanıştırmış.Böylece gitarlarda Joe Grass, basta Miles Perkin, keman ve gitarda Freddy Koella ve davulda Andrew Barr katılmış topluluğa. Son yılların çok söz edilen şarkıcısı (yeni bir Jeff Buckley adeta) Patrick Watson da iki şarkısında Lhasa’ya yardımcı olmuş (albümde yok ama, internette Lhasa ve Patrick Watson’un bir kulüpte birlikte söyledikleri Elliot Smith coverı Between the Bars’ı bulup dinlemenizi tavsiye ederim).

Lhasa bu albümde her zaman olduğu gibi kendini tüm etkilere açık tutmuş. Country, caz, New Orleans, Klezmer, pop, gospel, folk, blues, Latin… Hem herbiri, hem de hiçbiri… Şarkılarını bildiğimiz müzikal kalıplar içinde değerlendirmek kolay değil. Çünkü Lhasa onlara özel bir ruh katıyor ve kendi malı haline getiriyor. Bildiklerimizi unutup farklı bir dünyaya konuk olmak zorundayız. Lhasa’nın her zaman başardığı bir şey bu… Albümde benim favorum “Fool’s Gold”. Kırıka üyelerinin kulağına da bir parçanın “Yalnız Örümcek” adını taşıdığını fısıldayalım. Malum onlar da “Dokumacı Örümcek” şarkısıyla tanınmışlardı…

Lhasa’nın İspanyolca ve Fransızca’yı bir kenara sadece İngilizce söylemesine üzülecek olanlar, bir ölçüde haklı olabilirler. Ama bana sorarsanız onun hangi dili kullandığının hiç bir önemi yok. Lhasa ruhunu seslendiriyor aslında şarkılarında. Yeni açmış bir gonca gül gibi bekliyor boşlukta. Onu önce görmek, sonra sessizce dokunmak gerekli. O zaman yaprakları ağır ağır açılmaya başlıyor. Her yaprağın içinde başka bir giz saklı. İçine girildikçe bu yapraklar yavaş yavaş üstünüze kapanıyor. Çiçeğin ruhuna ulaşıp kokladığınızda artık başka bir dünyaya ayak bastığınızı anlıyorsunuz…. Lhasa’nın eski Tibet belgelerinde tanrıların mekanı anlamına geldiğini söylemeyi yoksa unutmuş muydum?

25 Nisan 2009 Cumartesi

TAŞ PLAK DİNLETİSİ. Gökhan Akçura- Cemal Ünlü


"Yitirişimizin 30. Yılında Muhsin Ertuğrul'a Saygı" etkinlikleri çerçevesinde 27 Nisan Pazartesi günü saat 16.30'da
Kadıköy Haldun Taner Sahnesi fuayesinde yapacağımız bu etkinlikte şu şarkıları çalacak ve üzerine bilgi vereceğiz:

Operetler:
1) Üç Saat Opereti..... Tahrana Gidelim.... Hazım Körmükçü
2) Lüküs Hayat Opereti... Ah Berelim... Hazım Körmükçü
3) Deli Dolu Opereti.... Pedumu, Pedakimu.. Bedia M. - Vasfi Rıza
4) Deli Dolu Opereti.... Hovardalık... Reşit Akif Gürzap - Şevkiye May

Film Müzikleri:
5) Karım Beni Aldatırsa Filmi... Aldatırsa Beni Karım... Hazım Körmükçü
6) Söz Bir Allah Bir Filmi.. Sorguya Çekme Beni... Hazım K. - Melek T.

Şarkılar eski taş plaklardan gramofonda çalınacaktır.


Etkinliklerin tam programı ise şöyledir:

Yitirişimizin 30. Yılında
“Muhsin Ertuğrul’a Saygı” Etkinlikleri

27 Nisan 2009 Pazartesi
Kadıköy Haldun Taner Sahnesi
“Muhsin Ertuğrul’a Saygı”

11.30: İBBŞT Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya’nın açılış konuşması
11.45: Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü arşivinden “Muhsin Ertuğrul Belgeseli” gösterimi
12.00: “Anılardaki Muhsin Ertuğrul” söyleşisi. Moderatör: Zeynep Oral. Konuşmacılar: Şakir Eczacıbaşı, Yıldız Kenter, Beklan Algan
14.30: “Eğitimde, Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu’nda ve Deneysel Tiyatroda
Muhsin Ertuğrul” söyleşisi. Moderatör: Taner Barlas. Konuşmacılar: Macit Koper, Ümit Denizer, Turgut Denizer, Beklan Algan.
16.00: “Muhsin Ertuğrul’dan Kalan Sorular”. Konuşmacı: Efdal Sevinçli
16.30: “Muhsin Ertuğrul Operet-Film Müzikleri Dinletisi. Sunum: Gökhan Akçura ve Cemal Ünlü


27 Nisan Pazartesi-03 Mayıs Pazar
Kadıköy Haldun Taner Sahnesi fuayesi
“Muhsin Ertuğrul’a Saygı” Sergisi


29 Nisan Çarşamba
Zincirlikuyu Mezarlığı Saat: 11.00
Saygı Duruşu ve Anma Töreni


29 Nisan Çarşamba
Bütün İBBŞT Sahneleri
Saat 15.30 ve 20.30
Gösteriler Öncesi Saygı Duruşu

27 Mart 2009 Cuma

BİR BİRA AFİŞİNİN HATIRLATTIKLARI


Hadi bakalım! Nereden nereye! Yıllar önce çok eski bir bira tartışmasını anlatan bir yazı kaleme almıştım. Öyküsünü isterseniz aşağıda okuyacaksınız. Bu bira tartışmasını dergilerden öğrenmiştim elbette. Tartışmanın odağında ise bir afiş vardı. Tartışma tamam da, afişi görmek mümkün olmamıştı. Garajİstanbul'da Efes Pilsen'in açtığı Biraya Dair sergisinin kataloğunda bu afişi görmeyeyim mi! Hemen afişi kopyaladım, altına da yazımı ekledim. Eğlencelidir, söylemedi demeyin!


BİR BUZLU BİRA İÇ GÜZELİM

Türkiye için “alafranga” bir içki olan biranın alaturka tarihçesini daha önce anlatmıştık. Bu kez, 1934 yılında lokantalara asılan bira ilanları nedeniyle basında yer alan ilginç bir tartışmayı aktarmak istiyoruz. Ama önce tartışmanın daha iyi anlaşılması için tekrarlamak pahasına gerekli ön bilgleri verelim.

Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde Avrupai bir içki olarak “şık” çevrelerde rağbet gören bira, genellikle Viyana, Münih, Belgrad gibi merkezlerden ithal edilmekteydi. İstanbul ve İzmir’deki birkaç üretim teşebbüsü ise ev imalathanesi düzeyini aşamamıştı. Biranın giderek jardenleri ele geçiren bir içki olduğunu gören İsviçreli Bomonti Kardeşler 1885 yılında küçük bir imalathane olarak kurdukları tesisleri, 1893 yılında fabrikaya dönüştürdüler. Fabrika bulunduğu semte adını verdi. Bomonti.

İkinci bira fabrikası, 1909 yılında Nektar Biracılık Şirketi (Nectar Brewery Company Limited) tarafından Büyükdere’de kuruldu. Bu şirketin merkezi Londra’daydı. Bomonti ve Nektar’ın düşman kardeşler olarak yaşamaları uzun sürmedi. İki şirkette rekabetten aşırı derecede etkilendikleri için, 1912 yılında yönetim yeri Cenevre’de olmak üzere “Bomonti Nektar Metehhit Bira Şirketleri” adıyla birleştiler.

Bomonti-Nektar, özellikle İstanbul ve İzmir’de bira tüketiminin yüzde doksanını ele geçirdi. Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar, Düyun-u Umumiye İdaresinin mürâkabe ve rüsum sistemiyle idare edilen bira sanayii, 1926 yılında çıkarılan 760 sayılı Meşrubat İnhisarı’nı üstlenmeye bir Polonyalı şirket talip oldu. Ancak şirketin bu girişimi başarılı olmadı ve Bomonti-Nektar fabrikalarını bir yıl işlettikten sonra çalışmalarını durdurdu. İşletmeleri devralar İçki Tekeli İdaresi, 1928 yılı başından itibaren “Türk Anonim Şirketi” ne 10 yıl için imtiyaz verdi.Bomonti-Nektar yine sahip değiştirmişti...

Biranın kuvveti

Yazımıza konu olan tartışma 1934 yılında, zamanın fiyakalı magazin dergisi Hafta’da başlar. Dergi, Haziran ayının son sayısında, tam da millet sıcaklardan bunalıp, buzlu bira içmenin keyfine varacağı sırada işlere taş koyuverir. Başyazının konusu, lokanta ve birahanelerin duvarlarında boy gösteren bazı resimli levhalarla biranın övülmesidir. Levhada “Yarım litre bira ne gibi gıdaların kuvvetini verir?” diye sorulduktan sonra şöyle devam edilmektedir: “385 gram süt – 32 gram tereyağı – 82 gram sığır eti – 325 gram balık – 105 gram ekmek – 3 buçuk yumurta.” Bu bilgilerin Prof. Dr. Carl von Noorden ve Dr. Hugo Salomon efendilerin “filan kitabın falan sayfasından” alındığı da ayrıca yazılmıştır. Hafta dergisi, bu levhaların altında bir kurum imzası olmadığından, “saf halkın”, Sağlık Bakanlığı tarafından bira içilmesinin tavsiye edildiğini sandığını söyleyerek, duruma el koymaktadır. Derginin ifşa ettiğine göre bu levhaları piyasaya “Bomonti-Nektar” şirketi dağıtmış ve bira içindeki “afyon ve alkol gibi zehirleri gizleyerek”, mahut içkiye “halis gıda süsü” vermek istemiştir.

Hafta boyu okurlarını keyifli yazılarla eğlendirmekten başka bir amacı olduğu o güne kadar pek ortaya çıkmamış olan Hafta dergisi; ele aldığı davanın milli boyutlarını da şu satırla vurgular:
“Bomonti şirketi ecnebidir. Türk ırkının sıhhati ona vız gelir. Bütün gayesi, Türk ırkının kanını kurutmaya bedel, kasasını doldurmaktır... Halkın hayatına kasteden bu levhaları yerinden indirecek bir devlet kuvveti yok mudur?”

Devletten bir cevap gelip gelmediğini bilmiyoruz ama, derginin iki hafta sonraki sayısında Bomonti şirketinin aşağıdaki cevabı yer alır:
1. Biranın sıhhi ve mugaddi (besleyici) bir içki olduğu asırlardan beri bütün dünya fen erbabı tarafından kabul edilmiş bir hakikattir. Bira alkol ve afyonla yapılmaz. Birada alkol kendi tahammürile hasıl olur ve nisbeti de yüzde 2,5-3’tür.
2. Gördüğünüz levhalar tarafımızdan bastırılmıştır. Bunlar şirketimiz mamulatının değil, sureti umumiyede biranın reklamı olduğu için ismimiz yazılmamıştır. Bunda hiçbir suiniyetimiz yoktur. İsnat ettiğiniz fikir hiçbir vakit hatırımıza gelmemiştir. Bu reklamlar aynen Avrupa’nın muhtelif memleketlerinde tabedilmiştir. Biz de onlardan tercüme ve kopya ettik. Bunlarda dahi yapanların isimleri yoktur. Maahaza kendi ismimiz altında ve gördüğünüz mealde biranın mugaddı ve sıhhi bir içki olduğunu senelerden beri gazetelerde ilan ettik ve ediyoruz.
3. Bir Türk şirketi olan müessesemizde isnadınız veçhile bir suiniyet olmadığını ve tam bir Türk vatandaşı olarak çalıştığımızı arz ile hürmetlerinize takdim ederim efendim.
Türk Bira Fabrikaları (Bomonti-Nektar Türk Anonim Şirketi)

Bira içip deli olanlar

Hafta dergisi, mektuba sütunlarında yer vermesine karşın, hemen altında, Bomonti-Nektar’ın görüşlerinin tümüyle asılsız olduğunu söyleyerek kavgaya devam eder. Dergi, biranın sağlıklı ve besleyici olduğunu kabul etmemektedir. Hafta’ya göre, Viyana ve Münih tımarhaneleri yalnız biradan çıldıran delilerle doludur. Ayrıca bizde yapılan biralarda alkol yanı sıra, afyon da kullanıldığını bilmeyen yoktur!

Bir sonraki tartışmaya ünlü içki düşmanı Doktor Fahrettin Kerim Bey de katılır ve görüşlerini şöyle aktarır:
“Eğer söyledikleri gibi bira içmekle o gıdalar temin ediliyorsa n buğday, ne yumurta, ne yağa lüzum kalır? O taktirde herkes bira fıçısının altına yatsın, ağzını açsın, gündelik gıdasını alsın!(...) Biz Avrupa’da siriryatlarda [hastanelerde] çalıştığımız zamanlarda bira içip de deli olanları çok gördük. Bilhassa pazar günleri alkol delilerine çok rastgeldik. Bira için alkollü içkilerin arasında en az zararlısı denebilir. Fakat gıda olarak onu halka tavsiye etmek, katiyen doğru bir hareket olamaz.”

Devlet hala işe karışmamış olacak ki, Fahrettin Kerim’in görüşlerini aktardıktan sonra Hafta dergisi şu notu koymadan yapamıyor:
“Türk nesline kasteden bu şirket karşısında hükümet komiserlerinin kayıtsız kalabilmeleri için makul ve meşru hiçbir sebep tasavvur edemiyoruz!”

Sanırız, Hafta okurları seriyal hale gelen bu bira tartışmalarını merakla beklemeye başlamışlardır. 25 Temmuz tarihli bir sonraki sayıda Server Bedi, “Bence” başlıklı sütununu bu konuya ayırır. Yazısının başlığı “Bira Edebiyatı”dır. Server Bedi ya da gerçek adıyla Peyami Safa, meyhanelerin gedikli müşterisi olarak ve elbetteki rakıyı tercih ettiği için, bira kampanyasına karşı olmalıdır!

“Bomonti hazretleri bir bardak biranın üç buçuk yumurtaya, şu kadar ete, bu kadar süte, muadil olduğunu, insanı beslediğini iddia ediyor.
Düşündüm ve Bomonti hazretlerini haklı buldum...
Haydi, öyle ise, “şerefinize!” deyip çekelim mi? Hayır! Biranın sayılan meziyetleri, içen için değil, satan içindir. Sahiden bir bardak biranın kârı üç buçuk yumurtaya, şu kadar ete, bu kadar süte bedeldir, sahiden bu nesne içeni değil, satanı besler, doyurur, şişirir; elbetteki Bomonti hazretleri ve sadık tebaaları için bira satışından âlâ gıda ve deva olamaz. Duble bira kadehleri içinde kanımızı lıkır lıkır içen hazretin yaptığı edebiyat bundan galattır.”

Devlet babanın biracı sesi

Hafta dergisinin tartışmanın başından beri devreye sokmak istediği devlet babanın sesi, biraz uzaktan, Ankara’dan gelmekte gecikmez. Ama bekledikleri biçimde değildir sedası. 1934 yılında Atatürk Orman Çiftlikleri bünyesinde devletin kurduğu ilk bira fabrikası açılır. O dönemde yayınlanan Atatürk Çiftlikleri adlı kitap konuyu, tartışma yaratmayacak biçimde şöyle özetler:

“Bir halk içkisi olan bira bizde Cumhuriyetten önce ancak kibarların ve ecnebilerin birkaç birahane, lokanta yahut bahçede içtikleri bir içki idi. Onun milli bir halk içkisi haline getirilmesi bahsine ancak Cumhuriyet devrinde dokunuldu.

Orman Çiftliği hem sıhhati tahrip eden ağır içkiler yerine daha sıhhi ve hafif bir içki olan birayı memlekette yaymak, hem de memleket ziraatine yeni bir kalkınma amili daha ilâve etmek hedefini göz önünde bulundurmuştur.”

Bu açıklamadan sonra, Hafta dergisi polemikçileri için yapılacak tek şey kalıyordu. Radyoyu açıp, Yasari Asım Arsoy’un sofyân makamındaki şarkısını dinlemek:
“Bir buzlu bira iç güzelim gönlün açılsın!”