9 Aralık 2012 Pazar

KİLİNK İSTANBUL'DA!



Atlas Tarih’in yeni sayısında yer alan yazımın daha kısa bir versiyonu.
Killing ilk kez, İtalya’da bir fotoroman olarak 1965 yılında yayınlanmaya başladı. Editörü Pietro Granelli’ydi ve Ponzoni Yayıncılık tarafından piyasaya sürülmüştü. Killing fotoromanları iki yıl sonra Türkiye’de Son adlı gazetede yayınlanmaya başladı. Gazetenin tirajı gözle görülür ölçüde arttı, Killing fanatiklerinın sayısı hızla çoğaldı. Bu ilgiyi gören gazetenin sahibi Erol Simavi, Killing’i bir dergi olarak yayınlamaya karar verdi. İlk sayısı  1 Haziran 1967 tarihinde çıkan dergi 19 sayı olarak yayınlandı. Daha sonra ise Ceylan Yayınları tarafından, 1970 yılında, bu kez cep fotoromanı boyutunda, 24 sayılık bir seri olarak yeniden çıkarıldı. Killing bugün ancak sınırlı sayıda eski kitapçıda, oldukça zor bulunan bir koleksiyon objesi olarak karşımıza çıkıyor. Bulursanız kaçırmayın.

Türkiye’de (ve aslında dünyada da) Killing’i bir film kahramanı yapmak düşüncesi ise ilk kez Yılmaz Atadeniz’in aklına düştü.  Türk sinemasına yönetmen, yapımcı ve senarist olarak 150'ye yakın film kazandıran Yılmaz Atadeniz, önce kahramanın adını Kilink’e dönüştürdü. Ardından karşısına olumlu bir kahraman koydu: Uçan Adam. Killing rolünü Yıldırım Gencer; Uçan Adam rolünü ise İrfan Atasoy üstlenmişti. Kadroya Muzaffer Tema, Muammer Gözalan, Hüseyin Peyda, Ergun Köknar, ve Ayton Sert gibi önemli oyuncular katıldı. Filmde oynayacak kadınlar ise, Yılmaz Atadeniz’in deyişiyle “hassas derecede değer verilerek” seçildi. Killing’in sevgilisi Suzan Avcı’ydı, işbirliği yapacağı şuh kadın olarak ise Mine Soley seçilmişti. Ayrıca Sevinç Pekin, Aynur Aydan, Pervin Par gibi isimler de kadroda yer alıyordu.

Atadeniz aslında aynı anda iki film birden çekiyordu: Kilink İstanbul’da ve hikayenin devamını oluşturan Kilink Uçan Adama Karşı. Bu iki film gerek mekanları, gerekse aksiyon zenginliği açısından dikkat çekiciydi. Örneğin Killing ve avanesi, Büyükada’da bir mağaraya giriyor, içerdeki bir kapı açılarak geniş bir sefahat mekanına geçiliyor (burası aslında Sıraselviler’deki Klüp Suat adlı mekandı), ardından arka taraftaki gizli laboratuvar ortaya çıkıyordu (Santralİstanbul olarak yakında yeniden açılacak olan Silahtarağa Elektrik Fabrikası’nın kontrol odaları).

Filimlerde akrobasi hareketleri ve tehlikeli sahneler de bol bol yer alıyordu. Oyuncuların bu tür hareketleri kolayca yapabilmeleri için yer tramplenleri kulanılıyordu. Kilink ve Uçan Adam arabaların üzerinden takla atarak geçiyor, merdivenleri beşer onlar çıkabiliyordu. Yüksek bir yerden korkusuzca aşağıya atlayabilmeleri için de kauçuk yataklar kullanılıyordu. Başarısız olunan tek nokta, o günün olanaklarıyla iyi bir çözüm bulunamayan Uçan Adam’ın göklerde dolaşmasıydı. Ama bu kadar kusuru seyirci de artık hoş görecekti...

Killing filimleri daha çekim aşamasında basının yoğun ilgisiyle karşılandı. Ses mecmuası çekim çalışmalarını kapaktan duyurdu. Yıldırım Gencer Killing giysileriyle İstanbul’un çeşitli yerlerinde halk arasında dolaştırılıp görüntülendi. Fotoğraflarda Galata Köprüsü’nden Eyüp’e, Killing’in Türk insanı tarafından nasıl karşılandığını görmek mümkün. Bugünkü anlamıyla iyi bir PR yani... Dönemin çok satan magazin dergisi Pazar’ın muhabiri de Kilink İstanbulda filminin setini ziyaret etti ve izlenimleri aktardı. Bol kadınlı fotoğraflar eşliğinde elbette.

Film 1967’de çekildi, 1968’de vizyona girdi. Vizyona çıktığı zaman gösterilen ilgi inanılır gibi değildi. Bölgelerden para yağmaya başladı. O devirde diyelim Türkan Şoray’lı Hülya Koçyiğit’li, Fatma Girik’li bir filmin haftalık hasılatı beş bin lirayı geçmezken, Killing İstanbul’da  bunu üçe dörde katlayan bir gelir elde etti. Yılmaz Atadeniz, sadece Eskişehir’den gelen bir haftalık hasılatla, halen oturduğu evi satın aldı. Bu iki filmin başarısından sonra Atadeniz, son olarak Kilink: Soy ve Öldür adlı filmi çekti. Aslında devam etmeyi düşünüyordu, ama ortalık birden Killing filmleriyle dolup taşmaya başlamıştı. Atadeniz şöyle anlatıyor:  “Benim ardımdan o kadar çok kişi Killing filmi yaptı ki... Sadri Alışık’ı bile Killing filminde oynattılar. Bu yüzden ben bu Killing enflasyonu içinde olmak istemedim.”

1967 yılında ardarda 6 Killing filmi çekildi. Adları ve yönetmenleri ise şöyle; Mandrake Killinge Karşı (Oksal Pekmezoğlu), Şaşkın Hafiye Killing'e Karşı (Natuk Baytan) Killing Frankenştayna Karşı (Nuri Akıncı), Killing Caniler Kralı (Çetin İnanç), Killing Ölüler Konuşmaz (Yavuz Figenli) ve Dişi Killing (Aram Gülyüz). Sonraki yıllarda da iki Killing filmi çekildi: 1971 tarihli Killing Ölüm Saçıyor (Birsen Kaya) ve 1974 yılında çekilen Killing Kolsuz Kahramana Karşı  (Müjdat Saylav).

Yılmaz Atadeniz’in filmleriyle İtalyan Killing fotoromanlarını karşılaştırırsak, Türk Killing’inin oldukça özgün olduğunu ileri sürebilirz. Aslında yerli Killing, İtalyan aslı kadar acımasız bir katildir. Ama hikayelerin örgüsünde önemli farklar görülür. Örneğin Kilink İstanbulda filmi, bir grup insanın İstanbul sokaklarından bir cenaze arabası ile geçişi ile başlar. Bir villaya getirilen tabutun içinde mumya gibi sarılmış halde cansız olarak Killing bulunmaktadır. Sevgilisi Suzi özel bir ilacı enjeksiyonla ona zerkeder. Böylece Killing canlanır. Yılmaz Atadeniz’in ilk iki filmindeki en önemli yorum farkı, daha önce değindiğimiz gibi, Killing’in karşısına olumlu bir kahraman koymasıdır. Bu nedenle sinema seyircisi kendini, fotoroman okuyucuları kadar “sado-erotik” bir konumda hissetmemiştir.

Atadeniz’in ilk iki filminde Killing’in bir çeteye sahip olduğunu görüyoruz.  Oysa fotoromanlarda, sevgilisi Dina’yla işbirliği yapması dışında, her zaman yalnız davranmaya özen göstermiştir. Sevgilisi Dina’nın adının Suzi olması (Suzan Avcı) pek önemli bir değişiklik sayılmayabilir. Ama bir başka kadın daha hayatına girer. Mine Soley, Suzi kadar önemli işlevler üstlenir bu filmlerde.

Yılmaz Atadeniz’in üçüncü ve son Killing filimi Kilink: Soy ve Öldür ise  daha önemli farklar taşır. En önemli değişiklik Uçan Adam’ın hikayede yer almamasıdır. Yani Killing, fotoromanlarda olduğu gibi yalnız ve tek başına at koşturmaktadır. Öte yandan İtalyan adaşından çok daha insani özellikler taşır. Bir kere, küçük çocuğunu haydutların elinden kurtarmaya çalışan bir sekreteri nedense hep gözetir. Sonra sık sık polislerla flört eder. Kaçıp kovalamaca sahnelerinde “Vazifeli ve masum insanlarla benim işim yok,” der ve ekler, “Killing hiç bir zaman polis öldürmez.” Zaten finalde de Türk polisine yakalanacak, buna adeta sevinecek, “Çok sevdiğim Türk milletinin sevgi ve saygısı bana yeter,” diyecektir. Türk polisinin dünyanın en iyi polisi olduğunu söyleyerek ellerini kelepçeye uzatacaktır. İstanbul’a gelen bütün yabancılar gibi, belli ki onun da kalbi yumuşamış ve yarı-Türk olmuştur. Ne de olsa, İstanbul’un havasını koklamıştır...

EK: Yılmaz Atadeniz anlatıyor

“Filmi çekeceğiz, tabii elbisesini de yapmamız lazım. Muammer isminde bir setçimiz vardı. Aslında sanat yönetmeni demek daha doğru olur, çünkü eli bu işlere çok yatkındı. Hemen lasteks bir mayo aldık, siyah... Onu insan vücuduna eşofman gibi tam yapışacak biçimde diktirdim. İskelet çizgileri onun üstüne fosforlu bir boya ile çizilmeye başlandı. Kafa kısmını yaptılar ve içine girecek insanı düşünmeye başladım. Tabii içinde herhangi bir kimse olmaması gerekiyordu. Çünkü maskeli olup bütün hareketleri çok mükemmel biçimde yapmasını sağlayacak bir aktörün oynaması düşüncesinde çok hedefliydim. Bunun içine Yıldırım Genceri koymayı düşündüm. Yıldırım’a giydirdik, fakat maskenin ağzı, herhalde Yıldırım’ın çene kısmı çok geniş olduğundan gülüyor gibi görünüyordu. Muammer’e kafa kısmını resmet, fakat ağız kıısımını Yıldırım’a geçirdikten sonra çiz, dedim. Böylece o maskeyi elde edebildik. Bu çalışmalar sonunda elimizde dört tane Killing elbisesi oldu. İlerde bunları sinema galalarında veya film sinemada oynarken oradaki görevlilere giydirip filmin reklamını yapmak için kullandık. Bir de düblörleri kullanırken işe yaradı. Killing her hangi bir sütunun arkasından geçerken, o sütunun arkasında ikinci bir giyimli Killing koyuyordum. Böylece aynı plan içinde bir çok hareketleri ona yaptırma fırsatını tanıyorduk. Yani aynı planda iki ayrı Killing’i sürpriz bir şekilde çekme şansını yakalıyorduk. Bunlar o dönemde önemli şeylerdi.”

18 Eylül 2012 Salı

60 WATT ELEKTRİK - İki darbe arası müzik tarihi


17 Eylül 2012 tarihli Radikal'de yayınlanan Derya Bengi ile yaptığım röportajın uzun versiyonu:

Tophane’de Depo’nun önündeyiz. Afişte “Uzayda bir elektrik hasıl oldu: 1960’larda müzikli Türkiye” yazmakta. Mekanın iki katına yayılmış bir sergi bizi bekliyor. Konusu gibi sunuşu da retro bir sergi bu. Eski kasap kağıtları havasında panolar üzerinde 27 Mayıs’tan başlayıp 1971 darbesine uzanan bir süreçte, Türkiye’nin müzik yaşamı karşımızda. Ama dönemin politik olayları, sosyal değişimleri, tiyatrosu ve magazin haberleri de es geçilmemiş. (Üstü kapalı olsa da) açık hava sinemasında oturup eski Türk filmleri bile izlemek mümkün. Görsel malzeme zengin: Fotoğraflar, plaklar, gazeteler, dergiler; aklınıza ne gelirse panolara dağıtılmış… Metinler damıtılmış, konunun ince detaylarını ustaca aktarıyor. Depo’nun yapımcılığında Derya Bengi’nin küratörlüğünde, Cem Sorguç’un  tasarımı, Ayşe Karamustafa ve Özgür Karacan’ın grafik tasarımıyla sunulan bu başarılı sergi hakkında Derya Bengi’yle konuştuk.

S. Cumhuriyet tarihinin özel bir on yılı, 60’lı yıllar serginin ana konusu. Bu seçimin özel bir anlamı var elbette. Nedir bu anlam, bu yılların diğer on yıllardan farkı ne sence…

C. 1980’li yıllardan sonra ortaya çıkmış bir 60’lar mitolojisi zaten kendiliğinden var olan bir unsur. Bir takım gençlik hareketlerinin, devrimci eylemlerin ortaya çıktığı bir dönem. Yalnız bizde değil bütün dünyada böyle… Aslında amaç 60’lı yılları anlatmaktı. Uluslararası bir proje bu, dünyadaki toplumsal dönüşümü anlatmaya çalışan bir proje. Bu yıllar hep İngiltere ve Amerika üzerinden anlatılır . Elbette bu doğal, en büyük dinamik buralarda. Ama başka ülkeler de altmışlı yılları yaşadı. İşte bunu anlatan sergiler hazırlanması amaçlandı. Paralel iki sergi daha açılacak yine altmışlar hakkında; biri Viyana’da mimarinin, diğeri ise Zagrep’de modern sanatların değişimi üzerine. Biz ise bu değişimi müzik üzerinden aktarmaya karar verdik.

S. Öyleyse 60’lar denilince müziğin nasıl bir özel önemi var, bunun üzerine konuşalım.

C. Altmışlar Türkiye’deki müzikal tarzların, müzik üretim biçimlerinin birbiriyle ilk defa tanıştığı; ilişki kurduğu ve müzisyenlerin bu ortamdan yeni bir şeyler üretmeye başladıkları, denedikleri ve becerdikleri bir dönem. Söz konusu yıllarda müzik, toplumdaki değişimin aynaya yansıyan en iyi görüntüsü sanki. Bütün karmaşalarından arınmış, berrak bir fotoğrafı. Bilineceği gibi altmışlı yıllarda çok büyük bir trafik var. Ellili yıllardan itibaren köyden kente göç başlıyor. İşsizlikten kurtulmak, ekmeğini kazanmak, çocuklarını okutmak için yapılan bir göç bu. Gecekondulaşma ortaya çıkıyor, şehirlerin yapısı değişiyor. Şehirlerde ise tam tersine kırsal kesime ilgi başlıyor. Özellikle edebiyatta, sinemada ve müzikte. Türkiye coğrafyası ilk defa bir bütünlüğe uluslaşmaya başlıyor belki de. O zamana kadar yalıtılmış, kendi kabuklarında kalmış olan olan kültürler bir araya geliyor…

S. Ama aynı yıllarda dış dünyanın da etkileri çok güçlü değil mi? Öğrenci hareketleri, rock müziğinin gelişimi…

C. Elbette. Bu değişimi başlatan belki edebiyattı (Mahmut Makal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt vb.), ama toplumsal düzeyde gerçekleştiren ise müzik oldu… Bu dönemin simge enstrümanı ise elbette gitar. Şehirli bir genç insan gitara sahip olduğu zaman ne yapabilir? Genellikle gitarın geldiği ülkelerin müziklerini taklit eder. Ama bizde farklı bir şey oldu, gitarlarıyla Anadolu’ya gittiler. O güne kadar yukardan bakılan bir coğrafya ve kültüre kendilerini açtılar. Bunu bir yardımseverlik ve tahakküm kurma isteğiyle değil; sadece tanımak için, ilgi duyarak yaptılar. Şehirden köye manevi bir göçtü bu. Fikret Kızılok’un Aşık Veysel’e gitmesi bunun en simgesel resmi…

S. Bildiğim kadarıyla bu da hop diye olmadı. Örneğin altmışlı yılların başında şarkıcı ve müzik topluluklarının repertuarına baktığımızda tümünün yabancı dillerdeki şarkılardan oluştuğunu görüyoruz. Altın Mikrofon bir milat galiba…

C. Altın Mikrofon havayı çok iyi koklamış bir organizasyon. Bir ilk değil ama ilk büyük organizasyon. Türkiye’nin nereye doğru gittiği hesaplayan, bunu bir manifesto ile ilan edip deklare eden bir yarışma. Altın Mikrofon’dan önce de İstanbul’un gece yaşamına bazı türküler girmişti. Kara Tren Gelmez mi Ola, Adanalı, Kundurama Kum Doldu gibi uyarlamalar. Burçak Tarlası 1964 tarihli, Altın Mikrofon ise 1965. Bir öncü olarak bana Keşanlı Ali Destanı müzikali de çok ilginç geliyor. Yazılışı, konusu, müziği, oynanışı ile Keşanlı Ali Destanı’nın da Anadolu Pop’a öncülük ettiğini düşünüyorum. Sadece tiyatro alanında kalmadı Yalçın Tura’nın yazdığı şarkılar. Tülay German 1964’te Belgrat’taki konserinde Birçak Tarlası yanısıra Keşanlı Ali şarkıları da söylemişti mesela…

S. Bütün bu konuştuklarımız yanısıra, Altmışlı yılların başındaki politik hareketliliğin, özellikle Türkiye İşçi Partisi’nin kazandığı başarıların da müzik üzerinde etkilerinden de söz edebilir miyiz sence…

C. Edebiliriz tabii ki. Örneğin o güne kadar, Alevilikleriyle değil köyümüzün sesi olarak mikrofonlara çıkarılan, taş plakları nadiren basılan Alevi aşıkların artık yeni bir kimlikte ortaya çıktıklarını görüyoruz. Protestocu bir aşıklar geleneği altmışlarla beraber toplumsal alanda da görülmeye başlandı. Türkiye İşçi Partisi’nin kurulmasına önayak olduğu bir Aşıklar Derneği var örneğin. Mahzuni’nin, İhsani’nin, Nesimi Çimen’in aralarında olduğu 12 aşığın biraraya gelerek kurdukları bir dernek bu.

S. Bu ekolün popstarı da Aşık İhsani herhalde…

C. Kesinlikle. Beni ışınlayıp o yıllara döndürseler ve neyi görmek, yaşamak istersin diye sorsalar, cevabım bir Aşık İhsani konserini izlemek olur. Ya da İhsani’nin komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandığı mahkemeyi seyretmeyi isterdim. Cok ilginçtir, dört ay yattıktan sonra İhsani savunmasını bir türkü okuyarak yapıyor. Sözleri aklımda kaldığı kadarıyla şöyle: “Sayın yargıç suçlu kimse onu bul/ Ben çağımda çoğunlukla kula kul/ Çoğu sakat, çoğu yetim, çoğu dul/ Olanların şairiyim, diliyim.” Orada bulunmak isterdim mutlaka. Aşık İhsani çok önemli bir figür. Barış Manço’nun kısa saçlı ve şişman olup Çıt Çıt Twist söylediği bir dönemde, İhsani sakallı, saçlar omuzlarla, acayip bir tip olarak konserler veriyor. Söz ettiğim bu mahkemeden önce kapatıldığı Sultanahmet Cezaevi’nde saçlı sakallı yattığı 1965 yılında, aynı bölgeye Sultanahmet’e de ilk hippiler geliyor. İhsani’nin hapiste saçları sakalı kesiliyor, sadece bıyıkları kalıyor. O bıyıklar da Türkiye solunun simgesi oluyor bir anlamda…

S. Türkiye solu zaten saçları ve sakalları kabul etmemişti tarihinin bu dönemlerinde. Bıyıkla yetinmişti…

C. Türkiye solunun hippi görünümünü kabul etmediği, saçlarını uzatamadığını, bluejean giyemediğini söyleyebiliriz. Özellikle 70’li yıllarda çok sert ve sekter olduğu
kabul edilir. Dönemin dünya gençliğinin rahatlığını, geçirdiği dönüşümleri benimsiyemediğini görürüz. Altmışlı yıllarda dünyada moda haline gelen giyim, saçlar, yaşayış tarzları aslında bizde de büyük kentleri etkilemiş durumda. Ama sol halkla ilişki kurabilmek için, kendi kimliğinden taviz verip bir ortalamayı temsil etmek amacıyla değişim geçiriyor. Özellikle şehirli gençlik için söyleyebiliriz bunu. Saçımı uzatsam mı, uzatmasam mı; İspanyol paça pantolon giysem mi ikilemleri politik tercihler tarafından yönlendiriliyor. Hepsinden vazgeçiliyor ama bıyıklar kalıyor. Bu “sol tipi bıyık”ların Alevi geleneğinden geldiğini düşünüyorum. İlginç bir örnek de Cem Karaca’nın Hair’de oynamayı reddetmesi. Önce kabul ettiği bu rolü, saçını uzatması gerektiği ve Hair’in köken olarak Amerika kaynaklı bir müzikal oluşundan dolayı reddetiyor. Altmışlar açısından değerlendirirsek, bu bir kimlik arayışının da göstergesi.

S. Altmışlar Türkiye tarihi açısından belki de en özgün zaman dilimlerinden biri değil mi sence? Bir anlamda demokrat diyemeyeceğim ama, açık bir toplum… Bütün yeniliklerin; müziğinden politikasına toplumsal anlamda yaşanan ilklerin etkilediği bir Türkiye bu. Bu yeniliklere, değişimlere karşı da silahların çekilmediği; onları yok etmek için nasıl davranılması gerektiğinin pek de bilinmediği bir dönem. Ama 70’lerden itibaren üstüste darbelerle çok daha baskıcı, kapalı bir toplum haline geleceğiz.

C. İlklerin ortaya çıktığı, yaşanmamışlıkların yaşanmaya başlanıldığı özel bir dönem altmışlar. Türkiye İşçi Partisi’nin parlamentoya girip söylediği laflar çok önemli. Aldığı oy sayısı çok fazla olmasa da 15 milletvekili çıkardı. Tabii sonra seçim sistemi değiştirilip, bu hatanın bir daha yapılmaması için önlem alındı! Alevilerle solun beraberliğinin önlenmesi için Birlik Partisi’nin kurulması teşvik edildi.

S. Sergide öne çıkan bir özellik, belli isimlerin simge olarak öne çıkarılışı. Ajda Pekkan, Tülay German ve Zeki Müren. Bu seçimlerin nedenlerini biraz açabilir miyiz?

C. Ajda Pekkan Türkiye’li tipine aykırı, ama sarışınlığını ve modernliğini de düşündüğümüzde biraz da özenilen bir kişilik. Batılaşmayı kendine hedef edinmiş bir ülke için çok uygun bir figür. Bu kadın bence Anadolu popcuların, Tülay German’ın ve sonraları da arabeskçilerin yaptığı kadar önemli bir şey yaptı. Batı müziği ile Türkçe’nin birbiriyle örtüşmesi, beraberliği için ilk adımları attı. Tamamen deneme yanılma yöntemiyle, çok da başarısız örneklerle bunu uygulayan, ama sonunda ondan sonra gelen şarkıcılara yol açan bir isim. Türkçe’nin kullanılması Ajda Pekkan’ın kendini bir tür kobay olarak müzik dünyasının kucağına atmasıyla başarıldı diye düşünüyorum. Herkesin türkü aranjmanları yapıp Anadolu’ya döndüğü bir zamanda; Ajda Pekkan’ın bu eğilime hiç yüz vermeyip Türkçe sözlü hafif batı müziği şarkıları söylemesi başlıbaşına bir olay. Aykırı bir olay! Önce üstüne oturmadı, teyelleri sarktı, ama o direndi, biraz oradan keselim, biraz buradan diye diye, dört beş yıl içinde kendi kimliğini buldu. Türkçe sözlü hafif batı müziği aslında olmayacak bir şey. Sarı renkli kırmızı pantolon olur mu? Hafif batı müziği yapacaksak bu batı dilinde olur. Erol Büyükburç Little Lucy ile bunu başlatmıştı zaten. Peki Türkçe olursa bu aynı zamanda nasıl batı müziği olur? Bu olmayacak şey, Ajda Pekkan sayesinde olduruldu. Tabii bunun gerisindeki isimler, mimarları ise o dönemin radyo diskjokeyleri. Esas olarak da Fecri Ebcioğlu. Hakını vermek lazım. Bu şarkılar yapılmamış olsaydı, iyi pop müziğimiz de olmayacaktı. İki Yabancı bunun başlangıcı…

S. Ajda Pekkan senin deyiminle aykırı bir olay. Tülay German’ın dönemi açısından özel yeri ne peki?

C. Tülay German bir aydının, entellektüelin pop müzikteki karşılığı. Bu aydın entellektüel dediğim insanlar, evlerinde klasik batı müziği plakları dinleyen, belki ciddi olduğu için klasik Türk müziğinden de hoşlanan, caz seven insanlar. Tülay German da esas olarak bir caz şarkıcısı olarak işe başlıyor. Ama dönemin yazarları, aydınları ve birlikte olduğu Erdem Buri’nin de etkisiyle bir Anadolu merakına kapılıyor. Bir İstanbullunun kökenlerini araması belki de. Fikret Kızılok’un Aşık Veysel’e gidişinin beş altı yıl öncesinde yapılan bir yolculuk. Belki kendisinden sonra bir akım doğurmadı onun yaptıkları. Ama şehirli entellektüellerin Anadolu’ya yönelmesinde önemli etkisi oldu. Öte yandan Anadolu Pop’un ilk parke taşlarını onun döşediğini de söyleyebiliriz. Burçak Tarlası’nın o dönemdeki başarısı çok yol gösterici olmuştu.

S. Peki üçüncü figüre geçelim: Zeki Müren. Aslında başlangıcını düşünürsek bir altmışlar figürü değil Zeki Müren. Ellilerde de çok etkili…

C. Zeki Müren her dönemde simge. Ellileri de anlatsak, yetmişleri de anlatsak Zeki Müren yine bu öyküde yerini alırdı. Altmışlarda neler oldu onun açısından diye bakalım. Zeki Müren ellilerin sonunda askere gidiyor. 1959’da askerden döndükten sonra tezkereyi aldığı gün sahneye çok allı pullu bir ceketle ilk kez çıkıyor. 1970’de babasının ölümünden sonra sahneye çıkışında da mini etek giyiyor. Bunların birer simge olduğunu düşünüyorum. Erkek egemen bir topluma, bu ilişkilerin en sert yaşandığı askerliğe ve her zaman biraz sevgi/nefret ilişkisi yaşadığı babasına karşı bir tepki olarak belki de. Zeki Müren toplumun yerleşik değerlerinin yanında olduğunu hep söyler. 27 Mayıs’tan sonra sahnede Gazi Osman Paşa’yı canlandırır. Ama deklare etmese de eşcinselliğini sahne üzerinde açıkça ortaya koyar. Giysileriyle, edasıyla…
Hiç bir şey yapmadan, söylemeden kendi kimliğini kabul ettirir. Bu anlamda anarşist bir figür olarak düşünürüm Zeki Müren’i. Müzikal açıdan da önemini vurgulayabiliriz. Ayrıca sergide onun Mühür Gözlüm şarkısını dinliyoruz sürekli. Orkestra batı müziği orkestrası, düzenleme batı müziği tarzı, söz ve müzik Sivaslı Alevi ozan Ali İzzet’in ve icra Türk sanat müziğinin zirvedeki ismi Zeki Müren. Bu üç ayrı geleneğin bir araya gelmesi çok yol açıcı bir örnek.

S. Sergide Türkiye’ye etkileri açısından özel bir pano da Beatles’a ait…

C. O yıllarda her yol Beatles’a çıkıyordu. Gençliği simgeleyen bir figür olarak Beatles en başından beri karşımızdaydı… Gençlik o dönemde çok önde bir kavram zaten. Daha önceki yıllarda gençlik istatistiki bir kavramken, altmışlı yıllarda bir toplumsal hareketin öznesi oluyor. Başlangıç olarak 27 Mayıs darbesinin dinamiklerinden birinin üniversite gençliği olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Yalnız bizim için değil dünya altmışları açısından da için erken bir örnek bu… Beatles’a dönersek, Türkiye’deki ilk algılanışı bir müzik topluluğu olarak değil, “gençlik çılgınlığı”nın bir simgesi olarak oldu. Beatlemaina bize “Beatles humması” olarak çevrilmiş. Beatles sahneye çıkınca genç kızların çığlık atması basında çok geniş yer buluyor. Başta ürkütücü olan bu haberler giderek daha sevimli bir hale geliyor. Beatles sözcüğü de yerlileştirmeye müsait, bol bol da yapılıyor bu. Bitliler, Bitlis, Bitlisliler denmesi sözcüğün Türkçeye yakın olması da özel bir aura yapattı sanki… Müzikleri de hemen benimsendi. Bugün hala “She loves you”yu ilk gün nasıl dinlediğini hatırlayan birçok insana rastlayabiliriz. O zamanlar Türkiye daha İngiliz hakimiyetinde değil müzik olarak. Fransa çıkışlı dergiler, radyolar popüler. Bu nedenle bizde akımın adı olarak Beat müzikten çok “ye ye müziği”nin kullanıldı… Özel bölüm olarak değil ama, Jim Morrisson’un altmışları anlatan sözlerinin de kendi panosunda yer aldığını söylemeden geçmeyelim istersen: “Gelecekte insanlara çok güzel görüneceğimize inanıyorum.” Evet biz 2000’lerde yaşıyoruz ve altmışlara baktığımzda güzel şeyler görüyoruz…

S. Son olarak serginin başlangıç ve bitişini simgeleyen iki müzik ögesinden söz edelim. Sergi 27 Mayıs’ın “Osman Paşa” marşıyla başlıyor, 12 Mart’ın bir gün öncesinde sahnelenen Hair müzikali ile noktalanıyor.

C. Altmışları 27 Mayıs’la başlatmak şarttı. Bunun müzikal karşılığı da pek kolay kucağımıza düştü. Dönemin basını 27 Mayıs’ı “müzikli ihtilal” olarak anar. Bir şarkısı vardı bu darbenin. Gençler tarafından kendiliğinden seçilmiş Osman Paşa Marşı, yine anonim olarak sözleri değiştirilmiş ve Demokrat Parti iktidarına karşı kullanılmıştı. “Olur mu böyle olur mu/ Kardeş kardeşi vurur mu/ Kahrolası diktatörler/ Bu dünya size kalır mı?.” Gençliğin altmışlı yılların belirleyici gücü olması buralardan başlar. Serginin bitişinde ise Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu tarafından 12 Mart’ın bir gün öncesi sahnelenen Hair müzikali yer alıyor. Hair müzikalinde gençlerin taşıdığı pankartlardan biri üzerinde “Deniz nerde?” yazıyordu. O sıralar Deniz Gezmiş kaçak ve aranmakta. 12 Mart gelir gelmez bu pankartı hedef aldı. Tiyatro “doğaya özlem” gibi gerekçeler ileri sürse de dava açıldı ve bilirkişi pankartı suçlu buldu. Yeni dönem pankartların yok edilmesiyle başladı. Altmışlara böylece nokta konuldu…


17 Eylül 2012 Pazartesi

TADIMLIK: Matbuat tarihinin isimsiz kahramanları: Klişeciler


Atlas Tarih'in Ağustos 2012 sayısında yer alan yazımdan tadımlık bir bölüm:
İKİ ÖNEMLİ KLİŞEHANE: ALAEDDİN VE KENAN KLİŞE ATÖLYELERİ 

Cumhuriyet yıllarının klişecilik sanatının iki önemli ismi olarak Alâeddin ve Kenan beyler öne çıkar. Matbaacılık tarihimizde de önemli bir yeri olan Alâeddin [Kıral] Bey 1894 İstanbul doğumludur. Lise tahsilinden sonra İsviçre’ye elektrik mühendisliği için giden Alaeddin Bey, dönüşünde Kenan Beyle [Dinçman] birlikte bir klişe atölyesi kurar:  Alaeddin Kıral Klişe ve Matbaası.

Bu ilk dönemlerde Alâeddin Klişehanesi’nde çalışan ve sonradan kendi adına klişehane kuracak olan Mazhar Apa, anılarını şöyle aktarır: “Yapılan resim ve karikatürlerin klişelerini gördükçe bende klişeciliği öğrenme hevesi uyandı. Hattat Hâmit beyin delâletiyle Alâeddin (Kıral) Klişehanesi’ne girdim. Beni klişe camı bölümünün ustası olan Kenan Beyin (Dinçman) yanına verdiler. Klişe camı, herhangi bir pencere camının kendi yaptığımız kolodyumla kaplanması ve nitrat darjan eriyiğinde muamelesinin tamamlanmasından sonra elde edilebilirdi. Karanlık odada yapılan bu işlerde başarılı olmak epeyce güçtü. Hassas ve kusursuz bir cam hazırlamak için bir saat çalışmak gerekirdi. Şimdiki klişehanelerde çalışan yeni kuşaklar böyle uzun deneyimlerle elde edilen camla işin fotoğrafının çekildiğini bilmezler. Bugün bir fotoğraf filmi kutusunun kapağını açmak yetiyor.”

Klişeciliğe Alaeddin Kıral’la birlikte başlayan Kenan Dinçman ise 1928 yılında  kurulan Akşam Gazetesi Klişehanesi’nin başına geçer, daha sonraki yıllarda da kendi atölyesini kurar. Cağaloğlu Narlıbahçe Sokağı 19 numarada bulunan ve Kenan Klişe Fabrikası adını taşıyan bu kuruluş, 1955 yılında verdiği ilanlarda kendini şöyle tanıtıyor: “Çinko, pirinç ve bakır üzerine renkli ve renksiz klişeler, mücellitler için pirinç kalıplar en kısa bir zamanda hazırlanır. Müessesemiz, aynı zamanda gazeteler için en kuvvetli gece servisine mâlik bulunmaktadır. Taşra siparişleri günü gününe gönderilir.”

Klişecilik matbaa teknolojisinin gelişmesi sonucu giderek kolaylaştı. Zor kimyasal koşullar ortadan kalktı ve klişe sanatı bu işleri yapan makinelere devredildi. Ardından ofset matbaacılığın piyasaya egemen olmasıyla da tarih kitaplarında (sınırlı bir şekilde gofre ve folyo işlerde kullanılması dışında) “eski bir zanaat” olarak yerini aldı...

WOODY GUTHRIE 100 YAŞINDA: "This Machine Kills Fascists"


Sadece bir gitar ve tek başına bir adamdı Woody Guthrie. Ama kendinden önceki tüm müziklerle ve sosyal olaylarla, kendinden sonraki kuşaklar arasında bir köprü kuracak olan da bu yalnız adamdı. 1940’larda John Steinbeck onun için “Amerikanın ruhu” tanımını kullanıyordu. 1990’ların sonunda Billy Bragg ise onu “ilk alternatif müzisyen" olarak selamlıyordu. Bob Dylan 1960’ların başında bütün şarkılarını ezbere biliyor, “ben bir Woody Guthrie jukebox’ıyım” diyordu. Bruce Springsteen’den Ani DiFranco’ya; John Mellencamp’den U2’ya uzanan bir hayranlar kitlesi, Guthrie için yapılan anma konserlerine büyük bir hevesle katılıyorlar. Billy Bragg ve Wilco, onun besteleyemediği şarkı sözlerini Guthrie usulü elden geçirip albümler yapıyorlar. O politik müziğin ilk militanı, bir sokak çocuğu, gitarında “bu makine  faşistleri öldürür” yazan adam. O Woody Guthrie.

Woody Guthrie 14 Temmuz 1912’de Oklahoma’nın petrole akın yıllarında kurulmuş kentlerinden Okemah’da beş çocuklu bir ailenin üçüncüsü olarak doğdu. Babası bir kovboy, arsa spekülatörü ve yerel politikacıydı. Oğluna devlet başkanının adını verdi: Woodrow “Woody” Wilson Guthrie. Charlie Guthrie Kızılderililerle ticaret yapıyor, zaman zaman ekmek parasını gösterilerde dövüşerek kazanıyordu. Woody 7 yaşındayken ablası Clara bir yangında öldü. Yangınlar ailenin kötü kaderinde her dönemde yer alacaktı. Ailenin yaşamında müziğin önemli bir yeri vardı. Babası kovboy şarkıları söylüyor, annesi piyanoda ailesinin eski İrlanda ve İskoç kökenlerinden gelme halk şarkıları çalıyordu. Guthrie o yıllarda evlerine her renkten “kızıl, siyah ve beyaz” müziğin girdiğini hatırlıyor.

1923 yılında babası yeni bir petrol akınına katılarak ailesini terketti ve Texas’a yerleşti. Woody, okul yıllarında para kazanmak için sokaklarda şarkı söylemeye, dansetmeye ve gitar çalmaya başlamıştı bile. 1929 yılında okulu bırakarak babasının yanına Texas’a geldi. Burada üvey kardeşi Jeff Guthrie (Uncle Jeff) ile birlikte müzik yapmaya başladı. 1930 yılında zaten uzun süredir hastanede yatmakta olan annesi öldü. O zaman hastalığının ne olduğu bilinmiyordu, ama çok sonraları bunun Woody’nin de sonunu hazırlayan Huntington Korea’sı adlı hastalık olduğu anlaşılacaktı.

1931 yılında Texas’a geldi. Burada tanıştığı Mary Jennings’le 1933’de evlendi. Üç çocukları oldu: Gwen, Sue ve Bill. Mary’nin ağabeyi müzisyen Matt Jennings ve Cluster Baker’la ilk topluluklarını kurdular: Corn Cob Trio. Büyük depresyon yıllarını kum fırtınaları dönemi izledi. Woody Guthrie, iş bulmak ümidiyle Oklahoma, Texas, Arkansas ve Missouri’den batıya göçen kitlelerin arasına katıldı.

İlk radyo programları

1936’da California’ya geldiğinde, bölge sakinlerinin göçmenleri bölgeye sokmamak için nasıl direndiğini gördü. Kuzeni Jack Guthrie birlikte “country and western” türünde müzik yapmaya başladılar (Oklahoma Hills parçasıyla ün kazanacak olan Jack Guthrie 1948 yılında çok genç yaşta ölecektir). Bu döneminde edindiği deneyimler “Dost Bowl Balladları”nın ortaya çıkışını sağladı (I Ain't Got No Home, Goin' Down the Road Feelin' Bad, Talking Dust Bowl Blues, Tom Joad. Vigilante Man, Hard Travelin' vd.) Daha sonra anılarında “yaşamımın hiç bir döneminde ineklerin nasıl güdüldüğü ya da ayın gökyüzünde nasıl parladığı” üstüne şarkı yazmadığını, yazdığı tüm şarkıların “yaşamın nasıl yanlışlıklar dolu olduğu ve bunlara karşı neler yapılabileceği” konusunda yazıldığını söyleyecekti.

Hollywood’daki alternatif radyo istasyonu KFVD’de ve Meksika sınırındaki XELO’da programlar yapmaya başladı. Bu radyolarda yeni partneri Maxine Crissman (aka Lefty Lou) ile birlikte çalıyorlardı. Daha çok eski şarkılar çalmakla birlikte, Woody’nin ilk özgün çalışmalarının da zaman zaman seslendirildiği oluyordu (Talking Dustbowl Blues ve Do Re Mi gibi). Sosyal konularla uğraşırken Amerikan Komünist Partisi üyesi aktör Will Geer ile tanıştı. Onunla göçmen kamplarına gidip müzikli gösteriler yaptılar. Parti’nin yayın organlarından People’s World’de “Woody Sez” adlı bir köşeyi yazmaya (ve çizmeye) başladı.

"İşçilerin azizi"

1939 sonunda New York’a geldi. O aralar pek meşhur olan Irving Berlin’in “God Bless America”sına karşı “This Land Is My Land”i yazdı. New York’ta bir grup solcu organizatör, sanatçı, yazar, müzisyen ve entelektüellerle tanıştı. Lead Belly, Cisco Houston, Burl Ives, Pete Seeger, Sony Terry, Brownie McGhee, Josh White, Millard Lampell, Bess Hawes, Sis Cunningham, Pete Seeger gibi isimler Woody’nin arkadaşları ve birlikte çalıştığı isimler arasına girdi. Sendika toplantılarında şarkı söylemeye başladı. Will Geer’in önerisiyle tarım işçileri yararına düzenlenen “Gazap Üzümleri” gecesinde çaldı (Aunt Molly Jackson, Leadbelly ve Pete Seeger de gecede yer aldılar). Komünist Partisi’nin organı The Daily Worker’da yazmaya başladı.

Daha sonraki yıllarda komünist partisine üye olup olmadığını sorduklarında, “Ben gerçekten bir komünist değildim belki de, ama hayatımın her döneminde kızıl oldum” diyecekti.

Politik müzik ve Almanac Singers

1940’da folklorcu Alan Lomax, Library of Congress adına Woody Guthrie’nin bir dizi konuşmasını ve şarkısını kaydetti. Bu dönemin kayıtları daha sonra Moses Asch’ın sahibi olduğu Smithsonian Folkways Plak Şirketi tarafından yayınlanacaktı. Radyoculuğuna CBS istasyonunda “Folk School on the Air” adlı şovda devam etti. Yine Lomax’ın kurduğu ilişkilerle, aynı yılın Temmuz ayında “Dust Bowl Ballad"ı Victor plakları için doldurdu.

Aynı dönemde, politik müzik yapan Almanac Singers’a katıldı (Woody’nin yanı sıra Pete Seeger, Lee Hays ve Millard Lampell’den oluşan bu topluluğun bazı üyeleri daha sonra Weavers’da da yer alacaklardı). Radyo programları, albümler yaptılar, konserler verdiler. Woody, hükümetin istemiyle, Colombia nehri üstüne kurulmakta olan Grand Coulee Barajı hakkında 30 gün içinde 24 şarkı yazdı. Roosevelt hükümetinin New Deal siyaseti paralelinde, tüm özel elektrik şirketlerini karşısına alarak kurduğu bir barajdı bu. Guthrie’nin yazdığı bu şarkılar daha sonra en sevilen parçalarının arasında yer alacaktı (Roll On Columbia, Pastures of Plenty, Grand Coulee Dam).

1943 yılında gençlik dönemini ve toz fırtınası yılları anılarını içeren ilk yarı biyografik romanı Bound for Glory yayınlandı (New York: E. P. Dutton & Co., Inc.). New York’a yerleşti (3520 Mermaid Avenue, Coney Island). Almanack Singers’la birlikte ülkeyi kat eden bir turne yaptılar. Konserlerde, yaklaşan savaşa ve tüm dünyayı tehdit eden Nazi tehlikesine karşı şarkılar söylediler. Pete Seeger askere alındıktan sonra Guthrie de Cisco Houston ve Jimmy Longhi ile birlikte Ticaret Filosu’na (Merchant Marine) katılıp yurtdışında konserler vermeye başladı.1945 yılında askere alınınca da bu kez ordu saflarında benzer bir görevi sürdürmeye devam etti.

Son dönemleri ve hastalığı

1946 yılında New York’a döndü ve 1942'de tanışıp birlikte yaşadıkları, çocuğu Arlo’nun (1947) annesi olacak olan dans sanatçısı Marjorie Mazia ile evlendi (1953 yılında boşandılar). 1947 yılında küçük kızları elektrik yüzünden evde çıkan yangında öldü. Bu dönemde çocuk şarkılarını yazdı (Songs to Grow On). People’s Song adlı, çeşitli müzik sanatçılarının ortak üretim yaptıkları bir örgütlenmeye katıldı. Moses Asch tarafından (Folkways Records) stüdyoya sokuldu ve ilk kez This Land Is Your Land’i ve diğer yüz civarında şarkısını kaydetti. Bedensel ve ruhsal sağlık sorunları yakasını bırakmıyordu. Bir süre sonra ailesini terkedip California’ya doğru yola çıktı. Yol arkadaşı, daha sonra müziğinin de takipçisi olan Ramblin’ Jack Elliot’dı.

1952 yılında Huntington Korea hastalığına tutulduğu anlaşıldı. Bir yıl sonra Anneke Van Kirk ile evlendi (1956 yazında boşandılar) ve New York’a döndü. 1967 yılında aynı hastalıktan ölünceye kadar, tüm yaşamsal işlevlerini ağır ağır kaybedecekti. 1960’lı yılları hasta yatağında hareketsiz geçirdi. Bob Dylan 1961 yılında evine gelip başucunda oturuyor ve Guthrie’nin şarkılarını söylüyordu. 3 Ekim 1967’de New York’ta Brooklyn Şehir Hastanesinde öldüğünde 55 yaşındaydı.

100. doğum yılı anısına yapılmış siteler ve derleme albümler:

Woody Guthrie 100: http://www.woody100.com/

Woody at 100: Woody Guthrie Centennial Collection (Smithsonian/Folkways) 3 CD'lik boxset

Billy Bragg @ Wilco. Mermaid Avenue: The Complete Sessions (Yukarda söz ettiğim albümlerin 4 CD'de bir araya getirilmiş özel baskısı) (Nonesuch Records)

Anısına yapılmış albümler

Ölümünün ardından 1968 ve 1970 yılında düzenlenen iki konserde arkadaşları ve onu seven müzisyenler bir araya geldiler: Judy Collins, Bob Dylan, Arlo Guthrie, Robert Ryan, Pete Seeger, Tom Paxton, Will Geer, Richie Havens, Country Joe McDonald, Jack Elliot, Peter Fonda ve diğerleri. Bu konserlerden iki albüm çıktı: A Tribute to Woody Guthrie Part 1 ve Part 2.

1996 yılında yapılan Till We Outnumber 'Em tribute konserine Ani DiFranco, Arlo Guthrie, Ramblin’ Jack Elliot, Billy Bragg, Bruce Springsteen, Natalie Merchant, Tim Robbins, Dave Pirner, The Indigo Girls gibi isimler katıldı.Konserin kayıtları aynı adla Ani DiFranco’nun prodüktörlüğü altında daha sonra yayınlandı.

Billy Bragg ve Wilco tarafından 1998, 2000 ve 2012 yıllarında Mermaid Avenue (Vol I - Vol II- Vol III) adında üç albüm yayınlandı. Bu albümlerde Woody Guthrie’nin yazdığı ama onun tarafından bestelenmemiş olan sözler, Bragg ve Wilco topluluğu tarafından bestelendi ve seslendirildi. Bazı parçalarda Natalie Merchant da ana ve geri vokalde yer aldı.

Aynı türden bir başka album ise (yani sözler Guthrie’den müzikler yeni) Wilco’nun solisti Jay Farrar ve arkadaşları (Will Johnson, Anders Parker ve Yilm Yames) tarafından 2012’de yayınlandı: New Multitudes.

Oğlu Arlo Guthrie’nin ve yakın arkadaşı Ramblin’ Jack Elliot’un bir çok plaklarında da Woody Guthrie şarkıları sık sık karşımıza çıkar.

GUTENBERG GALAKSİSİNDE BİR ÜLKE. Cem Erciyes


‘Cumhuriyet Döneminde Türkiye Matbaacılık Tarihi’, kolla çevrilen ilk makinalardan dev ofset tesislerine uzanan hikâyeyi anlatıyor. Kitap, matbaa makinalarını ve çalışanlarını eksenine alan bir tür Türk basın tarihi denemesi gibi

90’larda Dünya Gazetesi’nde, haftada üç gün uğrayarak çalışmaya başladığımda hiç tartışmasız gazetenin kalbi, pikaj montaj servisiydi. Compugrafik makinasının başındaki dizgiciler, ellerinde kretuvarlarla pikaj kartonlarının başında çalışan sayfa sekreterleri, kamera ekibi ve montaj masalarının etrafındaki ustalar... Belki de elli kişilik bir ekipti. Hem sayfa sekreterleri hem de montaj servisinin gediklileri gazetenin vaktinde ve kusursuz çıkabilmesini sağlayan adamlardı (evet buralarda kadın çalışan neredeyse yoktu...) ve yılların usta-çırak ilişkisi içinde yetişmiş ağır abileri olarak yanlarına yaklaşılmazdı. Hele matbaa makinasının başındaki bir şişman usta vardı ki, o gerçek bir kraldı. 

MacIntosh’lar ne zaman geldi ve o zanaatkârlar ne kadar hızla kaybolup gitti, anlamadım bile. Sadece tamamı yok olan o servislerde çalışan onca adamın ne yaptığını, nasıl hayatına devam ettiğini merak ettim. Ben tam gün gazeteciliğe başladığımda artık sayfalar bilgisayarda yapılıp baskıya gidiyordu. Şişman ustanın elinde İngiliz anahtarıyla üzerine abanıp çalışır tuttuğu makinanın yerini ise, Amerika’dan gelen yeni bir ofset matbaa almıştı.

Gökhan Akçura’nın hazırladığı ‘Cumhuriyet Döneminde Türkiye Matbaacılık Tarihi’nde işte bu ustalar ve onların kullandığı o makinalar ekseninde farklı bir Türkiye gazetecilik tarihi var. Aslında Basev, yani Basım Sanayi Eğitim Vakfı’nın siparişi üzerine yazılmış bir kitap bu. Gökhan Akçura kitapta, Türkiye’de ticari matbaacılığın tarihini araştırmış. Tarih Vakfı da işin içinde olsa bile, memleketin kaynak ve belge eksikliği Akçura’yı epey zorlamış. Gazetelerin doğrudan aktardığı bilgiler ağır basmış ve gayet de iyi olmuş. Belli ki biraz da gönülleri hoş olsun diye büyük matbaa sahiplerinin sazı aldığı son bölüm hariç, görsel malzemesi ve metinleriyle çok ilginç bir kitap ortaya çıkmış.  
Aslında sanılanın aksine matbaa teknik ve teknolojileriyle arası iyi bir millet olduğumuzu söyleyebiliriz. Tamam iki yüz yıl sonra ilk Türkçe kitap basılmış Osmanlı’da, ama bir yandan da Osmanlı coğrafyasında Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar tarafından yayımlanan ilk kitaplar Avrupa’yla neredeyse eşzamanlı. İmparatorluğun son yıllarında da artan entelektüel faaliyetler, memleketi kurtaracak düşüncelerin yaygınlaştırılması tutkusu İstanbul’u önemli matbaa makinası ithalatçılarından biri yapmış. Gerçi bu makinaların Milli Mücadele döneminde Ankara hükümetine pek faydası olmayacaktır, çünkü Anadolu’da durum o kadar parlak değildir, İstanbul basının da yarısı açıkça Milli Mücadele’ye karşıdır. Yine de 1920’ler gazetenin ne kadar önemli ve önemsenen bir şey olduğuna dair hikâyelerle dolu... Mesela Konya’da çıkan Öğüt, o bölgede o kadar önemli bir yayındı ki, eski kolla çevrilen bir makinayla basılan bu gazete için Mustafa Kemal Paşa bizzat telgraf başına geçip haber yazdırırdı. Ya da Yeni Adana gazetesi, İtalyanların baskısından kurtulmak için bir vagona yüklenmişti ve sürekli bir başka istasyonda yayın hayatını sürdürüyordu. Hem de ba isinden üretilmiş el yapımı mürekkebiyle...

İster makinası kolla çevrilen dört sayfalık Öğüt olsun ister havalı bir İstanbul gazetesi, hepsinin kalbi mürettiphaneydi. Tek tek harfleri yan yana koyarak yazıları elle dizen ve baskıya hazırlayan bir mürettip dört yılda yetişiyordu. Hayır birer entelektüel değil, belki çoğu kez sadece okuma yazma bilen birer zanaatkârdı bu mürettipler, ama önemliydiler. Yaptıkları işin imkânsızlığını anlamak için, eski Türkçe yazı kasasının 480 gözlü olduğunu söylemekle yetinelim. 1 Kasım 1928’de Harf Devrimi yapıldıktan sonra bu kasa 28 göze inecek ve o mürettiplerin hepsi tarih olacaktı...

Cumhuriyet, bir ‘ulus’ yaratmak için okur yazarlığı artırmak ve böylece ilkelerini herkese öğretmek zorundaydı. Latin harfleriyle bu işin çok daha kolay olacağı düşünülmüştü, tabii işin içinde Osmanlı kültürüyle araya teknik ve şekilsel bir büyük engel koymak fikri de mutlaka etkili olmuştu. Neticede “bu işi ya üç ayda yaparız, ya hiç” diyerek bir gecede değişen alfabe en büyük etkiyi entelektüeller üzerinde bıraktı. Neticede Fransızca sayesinde Latin harflerine aşina olsalar da insanlar yeni harfleri öğrenmekte çok zorlandılar. O zamanlar 3-5 bin satan, en kabadayısı 15 bin okuru olan gazeteler yeni hurufat için hükümet yardımlarından yararlandı. Cumhuriyet’in okur yazar sayısı onca kampanyaya rağmen hiç de umulduğu kadar artmayacak 1927’de 10.6 olan okur yazarlık oranı 1935’te ancak 19.2’ye çıkacak, gazete tirajları da dibe vurmasa bile büyük artışlar göstermeyecekti.

Yine de gazete sahipliği her zaman olduğu gibi hem siyasi gücü hem de ticari yanıyla cazip bir iş olarak gelişti. Gazeteler, 1910’lardan itibaren en yeni makinaları getirtip, eskilerini Anadolu’ya göndermeye devam ettiler. Öyle ki, kimse tam emin olmamakla birlikte Anadolu’nun Alman matbaa müzelerinde bile olmayan ve belki de bazısı hâlâ çalışan makinaları bağrında sakladığı düşünülüyor. Baskı teknolojilerinin değişmesiyle mürettipler yerlerini dizgicilere bıraktı. Ama kaybolan zanaatkârlar sadece onlar değildi, tuğrakeşlik, hattatlık, gravürcülük, klişecilik gibi pek çok meslek de bundan etkilendi. Mesela Türkiye’de modern ve popüler gazeteciliğin kurucularından olan Sedat Simavi de usta bir klişeciydi...  
Teknoloji geliştikçe, bu işi gidip Avrupa’da öğrenmek de önemli bir hal aldı. Devlet özellikle kitap basımı için kendi matbaaalarını kurmaya başladı. Zamanla her kurumun bir matbaası vardı, o kadar ki Türk Tarih Kurumu Basımevi 70’lerde sadece Türkiye’nin değil bölgenin de en büyük matbaası olmakla övünüyordu. Ama 40 ve 50’li yıllardan itibaren hâlâ etkili birer kuruluş olan Apa, Duran gibi matbaaların temelleri atılmaya başlandı.

50’lerde evet kâğıt büyük sorundu ama her gazetenin de kendi matbaası vardı. Dünyadaki pek çok ülkeden farklı olarak birkaç gazeteyi basan bağımsız bir matbaa yerine Türk gazeteciler kendi tesislerini kuruyordu, çünkü kimse kimseye güvenmiyor, haberleri çalınır diye ortak matbaalarda bastırmak istemiyordu. Ama büyük matbaaların kurulması, ‘tifdurk’tan ‘ofset’e en yeni teknolojilerin birbiri ardına gelmesi yine bu gazetelerin rekabeti sayesinde oldu.

Şevket Rado’nun başında olduğu tifdruk tekniğiyle basılan Hayat, dergicilik tarihinde çığır açtı. Artık resimli, tertemiz bir dergiyi ucuz fiyatla 200 bin satmak mümkündü. Elden düşme makinelerle mürettip emeğiyle çıkan gazeteler 50 hele 60’lı yıllardan itibaren atağa geçti. Hürriyet yüksek tirajlı ve popüler gazeteciliğin ilk örneği oldu. Simavi ailesi daha sonra offset teknolojisini gazetecilikte başarıyla uygulayacaktır. Mesela 60’larda çıkan bir akşam gazetesi olan Son, 380 bin tiraja ulaşacak, Hürriyet bir milyonu aşınca matbaalar büyüyecekti. Burada Türk gazetelerinin günümüzde de dünyadaki örneklerinden en önemli farkı olan renkli, bol resimli hallerinin ofseti keşfetmeleriyle yıkılmaz bir geleneğe dönüştüğünü hemen söylemek gerek. Hem rekabet, hem de yeni yeni gelişen reklam sektörünün daha iyi ilan basabilecek matbaaları ve gazeteleri tercih etmesi, yani ilan gelirinin ancak renkli, iyi basılan gazeteyle mümkün olması gazete sahiplerinin bu alana büyük yatırımlar yapmalarını sağladı. Daha hızlı, daha iyi, daha renkli basabilen, yüksek tirajlara uygun dev baskı tesisleri kuruldu.

Bu süreçte ucu biraz kendimize, yani Radikal’e dokunan bir hikâyeye de değinelim. Yine Simavilerin iddialı projelerinden biri Yeni Gazete’ydi. 1964 yılında aydınlar için çıktığı duyurulan, ekonomi haberlerine de yer vereceği vurgulanan gazete ne yazık ki 15 bin tirajda kalır. Batılı anlamda ilk gazete olarak çıkan Yeni Gazete için Erol Simavi, “Yeni Gazete’yi herkes çok beğendi, ama gazete 15 binden fazla satmadı. Oysa gazeteyi beğendiğini söyleyenler alsaydı belki 200 bin satması gerekirdi” diyecektir...

1969 yılı tirajları ise enterasan: Günaydın 200 bin, Hürriyet 656 bin, Tercüman 179 bin, Milliyet 154 bin, Cumhuriyet 93 bin... Sanki günümüzde 40 yıl önceye dönmüşüz gibi... Basılı gazete tarihi sanki açılan bir helezon gibi geriye sarmaya başladı. Belli ki ileride birileri Türkiye’de internetin tarihini yazdığında gazetelere yine önemli bir yer ayıracak. Matbaalar güzel kitapları, ambalajları filan basarken, basında (o zaman artık basın değil sadece medya denilecek artık) teknolojik değişimin itici gücü ne olacak acaba? Şimdilik reklam verenler bu rolü üstlenmekte isteksiz görünüyorlar, ama belki okur bu kez daha baskın çıkar; kim bilir.

Konuya teknolojik değişimin işsiz bıraktığı eski ustalarla girmiştik, öyle de bitirelim. Bu kez sözü Hasan Cemal’e bırakıyoruz; Cumhuriyet gazetesinin ofset’e geçiş günü:  
“Emektar Frankenthal koca bir vapur gibi suskun duruyordu. Kaç gece yanına gelmiş, homurtularını dinlemiş ve ağzından çıkan sıcak gazeteyi elime alıp heyecanla karıştırmıştım. Kalıpçılar mahzun mahzun baktılar, hiçbir şey söylemediler. İçim cız etti. Ama ne yapalım, teknolojinin, ilerlemenin acımasızlığı...”