17 Eylül 2012 Pazartesi

GUTENBERG GALAKSİSİNDE BİR ÜLKE. Cem Erciyes


‘Cumhuriyet Döneminde Türkiye Matbaacılık Tarihi’, kolla çevrilen ilk makinalardan dev ofset tesislerine uzanan hikâyeyi anlatıyor. Kitap, matbaa makinalarını ve çalışanlarını eksenine alan bir tür Türk basın tarihi denemesi gibi

90’larda Dünya Gazetesi’nde, haftada üç gün uğrayarak çalışmaya başladığımda hiç tartışmasız gazetenin kalbi, pikaj montaj servisiydi. Compugrafik makinasının başındaki dizgiciler, ellerinde kretuvarlarla pikaj kartonlarının başında çalışan sayfa sekreterleri, kamera ekibi ve montaj masalarının etrafındaki ustalar... Belki de elli kişilik bir ekipti. Hem sayfa sekreterleri hem de montaj servisinin gediklileri gazetenin vaktinde ve kusursuz çıkabilmesini sağlayan adamlardı (evet buralarda kadın çalışan neredeyse yoktu...) ve yılların usta-çırak ilişkisi içinde yetişmiş ağır abileri olarak yanlarına yaklaşılmazdı. Hele matbaa makinasının başındaki bir şişman usta vardı ki, o gerçek bir kraldı. 

MacIntosh’lar ne zaman geldi ve o zanaatkârlar ne kadar hızla kaybolup gitti, anlamadım bile. Sadece tamamı yok olan o servislerde çalışan onca adamın ne yaptığını, nasıl hayatına devam ettiğini merak ettim. Ben tam gün gazeteciliğe başladığımda artık sayfalar bilgisayarda yapılıp baskıya gidiyordu. Şişman ustanın elinde İngiliz anahtarıyla üzerine abanıp çalışır tuttuğu makinanın yerini ise, Amerika’dan gelen yeni bir ofset matbaa almıştı.

Gökhan Akçura’nın hazırladığı ‘Cumhuriyet Döneminde Türkiye Matbaacılık Tarihi’nde işte bu ustalar ve onların kullandığı o makinalar ekseninde farklı bir Türkiye gazetecilik tarihi var. Aslında Basev, yani Basım Sanayi Eğitim Vakfı’nın siparişi üzerine yazılmış bir kitap bu. Gökhan Akçura kitapta, Türkiye’de ticari matbaacılığın tarihini araştırmış. Tarih Vakfı da işin içinde olsa bile, memleketin kaynak ve belge eksikliği Akçura’yı epey zorlamış. Gazetelerin doğrudan aktardığı bilgiler ağır basmış ve gayet de iyi olmuş. Belli ki biraz da gönülleri hoş olsun diye büyük matbaa sahiplerinin sazı aldığı son bölüm hariç, görsel malzemesi ve metinleriyle çok ilginç bir kitap ortaya çıkmış.  
Aslında sanılanın aksine matbaa teknik ve teknolojileriyle arası iyi bir millet olduğumuzu söyleyebiliriz. Tamam iki yüz yıl sonra ilk Türkçe kitap basılmış Osmanlı’da, ama bir yandan da Osmanlı coğrafyasında Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar tarafından yayımlanan ilk kitaplar Avrupa’yla neredeyse eşzamanlı. İmparatorluğun son yıllarında da artan entelektüel faaliyetler, memleketi kurtaracak düşüncelerin yaygınlaştırılması tutkusu İstanbul’u önemli matbaa makinası ithalatçılarından biri yapmış. Gerçi bu makinaların Milli Mücadele döneminde Ankara hükümetine pek faydası olmayacaktır, çünkü Anadolu’da durum o kadar parlak değildir, İstanbul basının da yarısı açıkça Milli Mücadele’ye karşıdır. Yine de 1920’ler gazetenin ne kadar önemli ve önemsenen bir şey olduğuna dair hikâyelerle dolu... Mesela Konya’da çıkan Öğüt, o bölgede o kadar önemli bir yayındı ki, eski kolla çevrilen bir makinayla basılan bu gazete için Mustafa Kemal Paşa bizzat telgraf başına geçip haber yazdırırdı. Ya da Yeni Adana gazetesi, İtalyanların baskısından kurtulmak için bir vagona yüklenmişti ve sürekli bir başka istasyonda yayın hayatını sürdürüyordu. Hem de ba isinden üretilmiş el yapımı mürekkebiyle...

İster makinası kolla çevrilen dört sayfalık Öğüt olsun ister havalı bir İstanbul gazetesi, hepsinin kalbi mürettiphaneydi. Tek tek harfleri yan yana koyarak yazıları elle dizen ve baskıya hazırlayan bir mürettip dört yılda yetişiyordu. Hayır birer entelektüel değil, belki çoğu kez sadece okuma yazma bilen birer zanaatkârdı bu mürettipler, ama önemliydiler. Yaptıkları işin imkânsızlığını anlamak için, eski Türkçe yazı kasasının 480 gözlü olduğunu söylemekle yetinelim. 1 Kasım 1928’de Harf Devrimi yapıldıktan sonra bu kasa 28 göze inecek ve o mürettiplerin hepsi tarih olacaktı...

Cumhuriyet, bir ‘ulus’ yaratmak için okur yazarlığı artırmak ve böylece ilkelerini herkese öğretmek zorundaydı. Latin harfleriyle bu işin çok daha kolay olacağı düşünülmüştü, tabii işin içinde Osmanlı kültürüyle araya teknik ve şekilsel bir büyük engel koymak fikri de mutlaka etkili olmuştu. Neticede “bu işi ya üç ayda yaparız, ya hiç” diyerek bir gecede değişen alfabe en büyük etkiyi entelektüeller üzerinde bıraktı. Neticede Fransızca sayesinde Latin harflerine aşina olsalar da insanlar yeni harfleri öğrenmekte çok zorlandılar. O zamanlar 3-5 bin satan, en kabadayısı 15 bin okuru olan gazeteler yeni hurufat için hükümet yardımlarından yararlandı. Cumhuriyet’in okur yazar sayısı onca kampanyaya rağmen hiç de umulduğu kadar artmayacak 1927’de 10.6 olan okur yazarlık oranı 1935’te ancak 19.2’ye çıkacak, gazete tirajları da dibe vurmasa bile büyük artışlar göstermeyecekti.

Yine de gazete sahipliği her zaman olduğu gibi hem siyasi gücü hem de ticari yanıyla cazip bir iş olarak gelişti. Gazeteler, 1910’lardan itibaren en yeni makinaları getirtip, eskilerini Anadolu’ya göndermeye devam ettiler. Öyle ki, kimse tam emin olmamakla birlikte Anadolu’nun Alman matbaa müzelerinde bile olmayan ve belki de bazısı hâlâ çalışan makinaları bağrında sakladığı düşünülüyor. Baskı teknolojilerinin değişmesiyle mürettipler yerlerini dizgicilere bıraktı. Ama kaybolan zanaatkârlar sadece onlar değildi, tuğrakeşlik, hattatlık, gravürcülük, klişecilik gibi pek çok meslek de bundan etkilendi. Mesela Türkiye’de modern ve popüler gazeteciliğin kurucularından olan Sedat Simavi de usta bir klişeciydi...  
Teknoloji geliştikçe, bu işi gidip Avrupa’da öğrenmek de önemli bir hal aldı. Devlet özellikle kitap basımı için kendi matbaaalarını kurmaya başladı. Zamanla her kurumun bir matbaası vardı, o kadar ki Türk Tarih Kurumu Basımevi 70’lerde sadece Türkiye’nin değil bölgenin de en büyük matbaası olmakla övünüyordu. Ama 40 ve 50’li yıllardan itibaren hâlâ etkili birer kuruluş olan Apa, Duran gibi matbaaların temelleri atılmaya başlandı.

50’lerde evet kâğıt büyük sorundu ama her gazetenin de kendi matbaası vardı. Dünyadaki pek çok ülkeden farklı olarak birkaç gazeteyi basan bağımsız bir matbaa yerine Türk gazeteciler kendi tesislerini kuruyordu, çünkü kimse kimseye güvenmiyor, haberleri çalınır diye ortak matbaalarda bastırmak istemiyordu. Ama büyük matbaaların kurulması, ‘tifdurk’tan ‘ofset’e en yeni teknolojilerin birbiri ardına gelmesi yine bu gazetelerin rekabeti sayesinde oldu.

Şevket Rado’nun başında olduğu tifdruk tekniğiyle basılan Hayat, dergicilik tarihinde çığır açtı. Artık resimli, tertemiz bir dergiyi ucuz fiyatla 200 bin satmak mümkündü. Elden düşme makinelerle mürettip emeğiyle çıkan gazeteler 50 hele 60’lı yıllardan itibaren atağa geçti. Hürriyet yüksek tirajlı ve popüler gazeteciliğin ilk örneği oldu. Simavi ailesi daha sonra offset teknolojisini gazetecilikte başarıyla uygulayacaktır. Mesela 60’larda çıkan bir akşam gazetesi olan Son, 380 bin tiraja ulaşacak, Hürriyet bir milyonu aşınca matbaalar büyüyecekti. Burada Türk gazetelerinin günümüzde de dünyadaki örneklerinden en önemli farkı olan renkli, bol resimli hallerinin ofseti keşfetmeleriyle yıkılmaz bir geleneğe dönüştüğünü hemen söylemek gerek. Hem rekabet, hem de yeni yeni gelişen reklam sektörünün daha iyi ilan basabilecek matbaaları ve gazeteleri tercih etmesi, yani ilan gelirinin ancak renkli, iyi basılan gazeteyle mümkün olması gazete sahiplerinin bu alana büyük yatırımlar yapmalarını sağladı. Daha hızlı, daha iyi, daha renkli basabilen, yüksek tirajlara uygun dev baskı tesisleri kuruldu.

Bu süreçte ucu biraz kendimize, yani Radikal’e dokunan bir hikâyeye de değinelim. Yine Simavilerin iddialı projelerinden biri Yeni Gazete’ydi. 1964 yılında aydınlar için çıktığı duyurulan, ekonomi haberlerine de yer vereceği vurgulanan gazete ne yazık ki 15 bin tirajda kalır. Batılı anlamda ilk gazete olarak çıkan Yeni Gazete için Erol Simavi, “Yeni Gazete’yi herkes çok beğendi, ama gazete 15 binden fazla satmadı. Oysa gazeteyi beğendiğini söyleyenler alsaydı belki 200 bin satması gerekirdi” diyecektir...

1969 yılı tirajları ise enterasan: Günaydın 200 bin, Hürriyet 656 bin, Tercüman 179 bin, Milliyet 154 bin, Cumhuriyet 93 bin... Sanki günümüzde 40 yıl önceye dönmüşüz gibi... Basılı gazete tarihi sanki açılan bir helezon gibi geriye sarmaya başladı. Belli ki ileride birileri Türkiye’de internetin tarihini yazdığında gazetelere yine önemli bir yer ayıracak. Matbaalar güzel kitapları, ambalajları filan basarken, basında (o zaman artık basın değil sadece medya denilecek artık) teknolojik değişimin itici gücü ne olacak acaba? Şimdilik reklam verenler bu rolü üstlenmekte isteksiz görünüyorlar, ama belki okur bu kez daha baskın çıkar; kim bilir.

Konuya teknolojik değişimin işsiz bıraktığı eski ustalarla girmiştik, öyle de bitirelim. Bu kez sözü Hasan Cemal’e bırakıyoruz; Cumhuriyet gazetesinin ofset’e geçiş günü:  
“Emektar Frankenthal koca bir vapur gibi suskun duruyordu. Kaç gece yanına gelmiş, homurtularını dinlemiş ve ağzından çıkan sıcak gazeteyi elime alıp heyecanla karıştırmıştım. Kalıpçılar mahzun mahzun baktılar, hiçbir şey söylemediler. İçim cız etti. Ama ne yapalım, teknolojinin, ilerlemenin acımasızlığı...”

Hiç yorum yok: